25 Ekim 2017 Çarşamba

Sarı Kahkaha - Murat Özyaşar: Kürtlük mü Kızılderililik mi?

Murat Özyaşar'ın ikinci kitabı Sarı Kahkaha 2015'te yayımlandı. İnternette, bilimum edebiyat dergilerinde hem yayımından önce hem de sonra gerekli veya gereksiz bol bol övüldü. Merakla bekliyoruz, dayanamıyoruz, aha çıktı, off ne kitapmış gibi yorumlar duman oldu, üstümüze çöktü, bir süre önümüzü göremez olduk. Ben bu tür yorumlara katılmadığım gibi anlam da veremiyorum. Bir kitabı okuyup beğenmediğim zaman dahi kendimi "keşke okumasaydım," diyeceğim bir konumda bulmam. Kötü kitap da iyi okuyucuya öğretir, en azından bir his verir. Fakat Sarı Kahkaha'yı bitirdiğimde harcadığım zamana yandım.

Nasıl mı?

Anlatayım. Murat Özyaşar kötü bir şair olacakken hasbelkader öykücü olmuş biri gibi yazıyor. Anlatı içinde anlatının özüne hizmet etmeyen kafiyeler, soyutlamalar, tanımlamalar, aynı cümle içinde - bunu söylerken acı çekiyorum ama - sırf havalı ve edebi görünsün diye yazılmış, birer ikili karşıtlığa dönüşmeyi beceremeyen tezat durumlar havada uçuşuyor. Şuna bakın mesela: "Annen ki, eşiklerden duayla geçen, otobüse besmeleyle binen, ördüğü yün çilelere kendi çilesini karan, yani senin kapkaran." Havalı bile durmuyor bu cümle. Haydi diyelim ki havalı, peki ne anlıyoruz biz bu cümleden ve kitaptaki bunun gibi yüzlerce cümleden? Değer mi bu bayağılıklara edebiyatı alet etmek? Ne anlaşılır ne de anlaşılmaz gibi duran ama aslında hiçbir mana ve amaç taşımayan birsürü cümle: "Babalar öyledir işte, ölünce herkesten çok ölür." (Yapma yahu?) "Konuşursam sustuklarım incinir diye susardı sanki." (Bak hele!) "Sarılmasını bilen adam iyi adamdır." (Ya çay veren?) "Risk ishalken bile osurmayı göze almaktır baba." (Biri üstüme toprak atsın lütfen.) "Bir gölge gibi dolaştım dünyada, yüzüm başka güneşlere ayarlı." (Buna sadece burnumdan nefes vererek gülüyorum ve geçiyorum.) "Sokağa fırlatılmış bir ünlem işareti gibi dolaşıyordun ey'le, vay'la, vah'la. Dilinden dökülendi vaveyla." (Ne diyorsun Murat Hoca!) Bunlar sadece birer örnek. Kitap bunlardan daha iç bunaltan yüzlercesiyle dolu. Birçok öykü gözlemler sonucu, kulak kabartma sonucu (veya kafaya esmesi sonucu diyelim) not alınmış cümlelerin bir araya getirilip yavan ve güçsüz bir iskeletle öykü formatına zoraki dönüştürülmüş hali izlenimini veriyor. Sürekli bir özlü söz söyleme zorundalığı kitabın bütününe hakim. Biçim ve kurgu da tüm bu kahve, kitap, sigara destekli cümlelerin içinde kaybolup gidiyor, neye hizmet ettiklerini anlayamıyoruz. Yazar kendine ait bir tınısı bile olmayan başarısız ve renksiz dilini aksak dil diye malzemesine göre yontulmuş renkli ve kulağa alengirli gelen, lezzetli görünen bir bahanenin ardında saklıyor. Maalesef yiyeni çok. 

Özlü söz demişken, bir de kitaptaki öykülerin genel olarak geçtikleri mekanla bağıntılarına değinelim. Murat Özyaşar öykülerinde Diyarbakır'ı mekan ediniyor. Her öyküde ya sokakta ya kahvede ya genelevde ya aile ortamında, her türlü durumda bir özlü söz yumurtlayan insan çıkıyor. Sanırsın ki şehir senin benim gibi normal insanlardan değil de silme filozoflardan ve düşünürlerden müteşekkil. Kahvecisi, pazarcısı, yaşlı teyzesi, eski gerillası, çoluğu çocuğu herkes bir Adorno, herkes bir Oscar Wilde. Cümle alem bir olmuş, durmuyor, her durumda  birilerine veya dünyanın ta kendisine Nasreddin Hoca gibi yapıştırıyor cevabı. Bu gözlem her ne kadar kitabın gülünç bir tarafına dokunuyor gibi görünse de aslında fazlasıyla tehlikeli bir duruma işaret ediyor. Çok hassas ve tehlikeli bir durum söz konusu burada. Özyaşar ezilmiş, mahrum bırakılmış, buna karşı isyan eden bir coğrafyayı kullanıyor. Bunu yaparken oranın insanlarına, kendisi de oranın insanı olmasına rağmen, soyu tükenme tehlikesinde olan ve batılı liberalleri bilgelikleriyle kendilerine çeken Kızılderili muamelesi yapıyor. Herhangi bir öyküdeki izlek devam ederken ansızın Kızılderili bir Kürt çok ağır bir laf ediyor, okuyucu olarak apışıp kalıyoruz. Vay be, diyoruz. Çekilen şu acılara, bölgede yaşanan  acılardan kaynaklı kazanılan şu hikmete bak, diyoruz. Peki Diyarbakır özelinde bütün Kürt illerini ele alalım. Bu iller gerçekten de Özyaşar'ın anlattığı gibi midir yoksa Özyaşar kalemine bir araç olarak bu bölgeyi kullanıp beyaz ve beyaza çalan okuyucularına bunu satmak niyetinde midir? Bana kalırsa Özyaşar ikincisini kullanıp kolaya kaçıyor. Edindiği bu üslup gerçeklikten çok uzak. Yani şöyle diyelim, barış süreci sırasında Diyarbakır'ı Türkiye'nin batısından gelip ziyaret etmiş, newroz kutlamalarına katılmış, ciğer yiyip surlara çıkmış, ay ne güzelmiş isyan falan deyip oranın insanıyla bir şekilde arkadaşlık bağı kurmuş ya da buna tamamen uzak kalmış birçok insanın da gözlemlediği gibi Diyarbakır halkı acı çekmiştir, kendine has bir tavrı, tarzı ve zihin yapısı vardır, evet. Fakat bu kesinlikle Özyaşar'ın dile getirdiği sığlıkta (iki dil arasında kalmışlık, çok esrar, çok çay, çok fakirlik) değildir ya da onun anlattığı gibi insani durumlardan uzak değildir, en azından bunlardan ibaret hiç değildir. Bütün bunlar şehre dışarıdan gelen birinin iki saat sonra zaten gözlemleyebileceği şeylerdir. Özyaşar bunu biraz boyayıp zaten durumun farkında olan herkese eğlencelik bir biçimde sunmaktadır. Yeni hiçbir şey söylememekte, bazen boyasını fazla tutup yalan söylemektedir (herkesin bir filozof olduğu örneğinde gördüğümüz gibi). Diyarbakır'da yaşayan - veya yaşamış - biri olarak Murat Özyaşar kendi memleketine yerel bir oryantalist gibi davranmakta, maliyeti yirmi liralık makine dokuması kilimi Alman turiste el dokumasıymış gibi iki yüz dolara yutturmaya çalışan çarşı esnafı tavrıyla kendi şehrini ve o şehrin insanını özünde olmayan bir renge boyamaktadır. Bu kitabın çok kıymet görmesi, bol bol satması, alıntılanması o şehir için, Türkçe yazan ve eserlerinde kendi coğrafyalarını mekan edinen diğer Kürt yazarlar için de çok tehlikeli bir durumdur. Özyaşar kendi halkının soyunu bir an evvel tüketip ekmeğini daha büyük iştahla yemek adına ve saygıyı sırf sefalet içinde olduğu için hak ettiğini göstermek adına kalemini telaşla sallamaktadır. Bu, edebiyatn kolaya kaçan zümresinin yapacağı iştir. Şehir anlatıları bu kadar sığ ve okuyucuya yaranma, onun hoşuna gitme meraklısı olmamalıdır.

Yazıyı bitirirken Özyaşar'a Diyarbakırlıların deyişiyle şöyle seslenelim: "Murat Hoca, git sen seni Ben û Sen'den aşağı at!"

23 Ekim 2017 Pazartesi

Körleşme - Elias Canetti



İki büyük savaş arasında yazılmış birçok romanın aksine Körleşme modernist yapıyı hem koruyor hem de karakterlerinin yoğunluğuyla ondan çok uzaklaşıyor. Olay örgüsünden çok karakterler üzerine kurulu bir roman olduğunu söyleyebilirim. Yazıldığı dönemin (birinci büyük savaşın sonrasında, dünya toplumları ikinci büyük savaşa dişlerini bileyerek hazırlanırken) insanının kafasındaki dünya tasavvuru romanda çok canlı ve çok evrensel. Roman çoğunlukla baş karakteri Kien ve onun insanlar, dünya ve kitaplar üzerindeki fikirlerine yoğunlaşsa da hiç de bundan ibaret değil. Görünürde kütüphanesine kapanmış, gerçek hayat nedir bilmeyen bir entelektüelin hikayesi gibi. Ama tam olarak asla bu değil. Kien ne kadar gerçek hayattan kopukluğa, insan sevmezliğe, bencilliğe boğulmuşsa (roman bir süre ABD'de Babil Kulesi adıyla yayımlanmış, fakat bana kalırsa bu tavırlar bir entelektüelin avama üstten bakışından ibaret değil; ben bu saydığım tavırlara kısaca faşizm diyeceğim) roman ilerledikçe tanıdığımız, bilgiden, kültürden ve eğitimden uzak diğer karakterler de her ne kadar gerçek hayatın içinden insanlar olsalar da hepsi en az Kien kadar faşist birer örnek olduklarını kanıtlıyor. Faşistleşme evresini tamamlamış veya bu yolda sağlam adımlarla ilerleyen insanlar. Kısacası herkes öyle ya da böyle faşist. Romanın direkt bir politik söylemi yok. Fakat insanlarının günlük ilişkilerinde, hesaplaşmalarında, iş anlaşmalarında her daim bir kendi çıkarını gözetme, kendisi gibi olmayandan nefret etme (buna mizojinizm, ırkçılık da dahil), aman kendimi sağlama alayım, hayatta en büyük arzum neyse onu ben elde edeyim, başkalarının ne hali varsa görsün tavrı veya en basitinden, okuyucunun insani olarak en çok sempati duyacağı karakterde bile şimdi yardım edeyim de yarın yüzüne vururum düşüncesi hakim. Bütün bunlar toplumda artık en üst seviyeye çıkmış tahammülsüzlüğün, ahlaksızlığın bir işaretiyken patlamaya hazır bir bomba gibi bekleyen savaşın da içten gelen tıkırtıları gibi. Canetti'nin Avusturya özelinde anlattığı Avrupa toplumuna bakarak Hitler'in propaganda işi düşündüğümüz kadar da zor değilmiş diyebiliriz.

Canetti'nin ilk ve tek romanı bu. Buna rağmen kafasının içinin ne kadar dolu, zengin olduğunu rahatlıkla gösterebiliyor. Romanın zor zamanlarda yaşayan, aslında tekdüze insanlar olan karakterleri okuyucuyu ansızın rengarenk hayallerine taşıyabiliyor. Canetti bunu çok basit ama aşırı derecede güçlü anlatı yeteneğiyle başarıyor. Çok zeki bir yazar, okuyucudan da bir nebze de olsa çaba bekliyor. Bir karakol sahnesi, birdenbire bir karakterin coşkuyla anlattığı sevinçli bir cenaze alayına uçuyoruz, başka bir bölümde uçkuruna düşkün kör bir dilencinin yüz kadın çalıştıracağı mağazasını izliyoruz, olağan bir sohbet anında kulağımızda çalgılar çalmaya, gözümüzün önünde ölüler ve yaşayanlar dans etmeye başlıyor, sonra birden kambur bir cücenin devasa sarayına konuyoruz. Bunlar kolay işler değil. Hiç değil.

Kitabın çevirisi Ahmet Cemal'e ait. Çok güzel bir çeviri. Ahmet Cemal'in öztürkçeciliğe dair fikirlerini bilmiyorum. Ama roman boyunca ara sıra gördüğüm birkaç yer beni rahatsız etti demesem de "Allah Allah" dedirtti, diyebilirim. Polis teşkilatı yerine polis örgütü, sakat muamelesi görmek yerine sakat işlemi görmek, tamirci yerine onarımcı gibi kullanımlar, ne diyeyim, biraz garip.