26 Kasım 2017 Pazar

Ferdydurke - Witold Gombrowicz

Polonyalılara bir yabancıya önerebileceğiniz Leh yazarlar kimlerdir diye sorduğumda aldığım yazar önerileri arasında  Gombrowicz her zaman ilk sırada yer aldı. Okumamak olmazdı. Ben de bu dahi Polonyalı'yı okumaya en çok methedilen eseri olan Ferdydurke'den başlamaya karar verdim. 

Önce şunu sordum: "Peki Ferdydurke ne demektir? Bir karakterin adı mıdır? Bir şehir midir?" Bunların hiçbiri değil. Ferdydurke hiçbir anlama gelmiyor aslında. 30'lu yıllarda Polonya'daki okullarda yaygınca okutulan Sinclair Lewis'in Babbit eserindeki ana karakterin adı Freddy Durke. Buraya bir gönderme olabilir, çünkü Ferdydurke genel anlamda toplumun ve devletin el birliğiyle çocuğu, bireyi,  aydını, işçiyi, köylüyü, şehirliyi, toprak işçisini, burjuvayı ve sonunda toprak sahibi efendiyi nasıl 'eğittiği', bir biçime soktuğuyla ilgili bir roman. İşte burada romanın neredeyse her bölümünde karşımıza çıkan bir kelime çok önem kazanıyor: 'Pupa'. Lehçe'deki çocuk dilinde 'popo' demek ve bana kalırsa Gombrowicz'in romanındaki karakterlerin ve aslında Polonya halkının, hatta romanın evrensel bir tür olduğunu varsayıp bunu genele yayarsak romanın mevzu edindiği bireye şekil verme temasının geçerli olduğu tüm toplumların (kısacası tüm toplumların) bireylerinin birbirlerine dayattıkları çocuk muamelesinin ve aşağılamanın tek kelimeye bürünmüş metaforu. Bu çocuk muamelesinin ve aşağılamanın öğrenildiği ilk yer de okul, bu yüzden Ferdydurke'nin ana karakteri Yuzef  'Toyluk Zamanınından Hatıralar' adını vereceği bir kitap yazarak insanların gözünde kendisi olabilmek isteyen yetişkin bir bireyken toplumun sürekli çocuk muamelesi yapma ve aşağılamasından dolayı (arkadaşları bile 'Toyluğun lafını bile etme, sen kendin toy olduğunu düşünürsen okuyucuların nasıl yetişkin olduğunu düşünsünler diye soruyor) birdenbire okula dönmek zorunda kalıyor ve 'pupa'sının düzeltileceği bir eğitime tabi kalıyor. O sırada okuyucu eğitimin, işçi sınıfının, köylülerin, zenginlerin, burjuvanın hayatlarından tek tek ve bazen aynı anda geçerek dayatmacı toplumun ve buna bazen gönüllü, bazen de zoraki boyun eğen bireyin nasıl şekil aldığına, bireyin kendi 'pupa'sının ve başkalarının 'pupa'larının altında nasıl ezildiğine tanık oluyor. 

Ferdydurke'de yazar çok konuşuyor. Burada güzel bir nokta yakalamış Gombrowicz, çünkü roman bazen öyle bir hal alıyor ki okuyucu olarak bizler birçok yerde yazarın anlatısına ara verip bizimle konuşmasına ihtiyaç duyuyoruz. İşte bu çok gerçekçi aslında. Kalabalık bir akşam yemeği düşünün. Herkes Leh ve dili, kültürü bilmiyorsunuz, yapılan şakaları anca ucundan anlayabiliyorsunuz. Yardımınıza koşan bir arkadaşınız var orada. Sizi de o kültürü de tanıyor ve arada sırada dönen mevzunun ne olduğunu anlatarak size yardımcı oluyor. Fakat Gombrowicz'te işler biraz değişik ve karışık. Gombrowicz elbette ki uluslararası bir roman yazmakta olduğunu biliyordu, bunu amaçlamıştı. İşin bu noktadaki edebi açıdan en başarılı tarafı ise bu 'okuyucuyla konuşmaların' aslında okuyucunun kafasına çok büyük bir berraklık katması değil, işleri biraz daha çetrefilli hale getirmesi ve romanın sonuna kadar 'anlat anlat heyecanlı oluyor' havası katması. Burada ara verip size analiz ve sentezin hikayesini anlatmak istiyorum, diyor bir yerde Gombrowicz. Müthiş bir bölüm okuduktan sonra bundan bir önceki bölümle bir sonraki bölümü bu analiz ve sentez hikayesi yardımıyla birbirine bağlamak binbir zorlukla okuyucuya düşüyor, fakat bu binbir zorluk da Gombrowicz'in hiç umrunda değil sanki. Keyfine bakıyor, karakterleriyle, okuyucusuyla ve kendi kendisiyle oynuyor, size dönüp bir iki cümlelik bir açıklama yapıyor, sonra belki de şarabından büyük bir yudum alıp kendi romanının kahramanlarıyla gülüp eğlenmeye devam ediyor, bundan da büyük bir zevk duyuyor. Ana hikayesine devam ettiği sırada aniden on sekizinci yüzyılın başlarında geçen bir hikaye anlatıyor, bunu yapmadan önce de önsöz hastası olduğunu, önsöz yazmadan duramadığını söyleyerek buna bir de önsöz yazıyor. O sırada biz de muhteşem bir metin okuyoruz, yazdığı bu metni ana hikayeye bağlamak bize düşüyor. Ama heyhat! Gombrowicz fazla zeki bir adam olduğu için bizim de hangi tuzaklara düşeceğimizi biliyor. Arada anlattığı hikaye aslında çok da bir yere bağlanmıyor (bağlanacaksa da çok zayıf iplerle oluyor bu iş, birçok şey muallak kalıyor). Yine de Ferdydurke'yi muhteşem bir roman yapan ögelerden biri olarak duruyor çünkü anlatıyı çok zenginleştiriyor. Bir romanda anlatılan her şeyin 'görünür' bir amaca hizmet etmesi gerekmez. Gombrowicz bunu çok iyi başarıyor. 

Roman boyunca Polonya edebiyatına ve tarihine onlarca gönderme yapıyor yazar. Bunları anlayabilmek Polonyalı olmayan biri için fazlasıyla zor, bu yüzden dipnotlara, çevirmenin önsözüne ihtiyaç duyuyoruz. Ferdydurke en azından on sayfada bir Google'da arama yapmayı gerektiren bir kitap. Bazen hiçbir şey bulamayabiliyorsunuz, çünkü Gombrowicz belli ki kafasından bir şeyler uydurmayı da seven bir yazar. Bazense bu ülke için çok önemli olan ve toplumunun damarlarına işlemiş bazı şeyleri bulabiliyorsunuz (Mickiewicz'e yapılan kırk dört göndermesi, milletlerin İsa'sı göndermeleri gibi). Burada benim en çok ilgimi çeken nokta toplumsal referanslar oldu. Bizde her durumda çay içilmesi gibi romanın birçok yerinde Lehlerin yerli yersiz vodka içmesi; malikane sahibi zenginin kendisi için çalışan köylüye dayak atması, köylünün bunu mutlulukla karşılaması çünkü köylü olmanın bunu gerektirmesi, köylülere ve köy yaşamına öykünen şehirli entelektüelin roman ilerledikçe köylü ağzıyla konuşmaya başlaması, bütün bunları anlatırken Gombrowicz'in sık sık dahi bir kafa ve sivri bir dille araya girmesi romanı benim için çok iyi kılan yönlerinden sadece birkaçı. 

Ferdydurke'de mizah var, dehşet var, deha var ve en önemlisi, mükemmel bir estetik ve yazı işçiliği var. Her cümle ardı sıra bir nakışı işler gibi geliyor. Sonunda ortaya fevkalade güzellikte bir eser çıkıyor. İngilizce çevirisinden okudum. Ferdydurke'de o kadar çok dil oyunu ve yerel gönderme var ki herhangi bir dile çevirilmesi çok zor. Çevirmenin yıllarını verdiği bir çeviri olmuş. Türkçe çevirisini ise Osman Fırat Baş yapmış. Türkçe çevirisini merak ediyorum. Özellikle de Lehçem yeterli olduğunda orijinalini okumayı çok ama çok istiyorum. 

5 Kasım 2017 Pazar

Ben Buradan Okuyorum - Tim Parks

Hakkını teslim etmeli, Tim Parks çok hoşsohbet bir adam olsa gerek. Hem romancı, hem öğretmen hem de çevirmen. Sıcakkanlı, dürüst bir yazar. Kitabın birkaç yerinde iyi bir hikayenin nasıl olması gerektiğine ve kendi kitaplarında bunları nasıl başaramadığına dair somut örnekler bile veriyor. Bin yıllar boyunca dünyaya öyle ya da böyle hükmetmiş Britanya'nın yetiştirdiği burnu hafif yukarı kalkık yazarların tersine bir tavır bu. Bunu yazarın kişiliğinin yanında ömrünün son otuz yılını görece sıcak bir ülkede, İtalya'da geçirmesine bağlayabiliriz biraz da. Parks'ın başka hiçbir kitabını okumamıştım. Bir hayli zor sayılan İtalyan kanonlarını İngilizce'ye çevirdiğini bilmem dışında romancılığına ve çevirmenliğine dair hiçbir fikrim yok. Ben Buradan Okuyorum'u hiç sıkılmadan, arada bir hayret ederek, gülerek okudum. 

Parks bu kitabında edebiyatla, çeviriyle ve genel olarak kitaplarla içli dışlı herkesin arada bir sorduğu basit görünen sorulara cevaplar veriyor. Neden öyküler yazarız (anlatırız)? Öykü yazmamıza gerek var mı? Edebiyat eğitimi gerekli midir? Bir kitaba başlayınca onu bitirmek şart mıdır? E-kitaplar yaygınlaşmalı mıdır ve okumaya katkıları/zararları nelerdir? Telif hakkı neden vardır? Akademik edebiyat eleştirisi ne işe yarar? Ödüller edebiyata katkı sağlar mı? Bunlar gibi yığınla soruyu ve cevaplarını bu kitaba hoş bir dille sığdırmış Parks. Benim en çok hoşuma giden yönü Parks'ın bu sorulara cevap ararken  yer yer kendini yazar/çevirmen sıfatından sıyırıp iyi bir okuyucu referansıyla konuşması. 

Parks birçok yazarın ayıp, edebiyata ihanet sayıp dillendiremeyeceği şeyleri açık yüreklilikle söylüyor. Asla öykü anlatmak zorunda değiliz, ama seviyoruz ve alıcısı var, diyor mesela. Kindle okuma zevkini öldürmez, hatta çocukken okuduğumuz resimli kitaplardan ciddi kitaplara geçmek gibidir, - okurluk bağlamında - yetişkinler içindir. (Kitap kokusu, sayfaya dokunma hissi diye tutturanlara da basılı Dan Brown ve Jane Austen kitaplarından aynı zevki mi alıyorsunuz, diye soruyor).  Bir kitaba başlayıp çok sevdiyseniz bile bitirmez zorunda değilsiniz (Parks burada Kafka'dan örnek veriyor basit ve akla çabucak gelebilecek şekilde: birer sona sahip olmayan Amerika ve Şato; bu kadar yeter denip alelacele bir son yazılmış gibi duran Dava). İsteyen akademik edebiyat eleştirisi yapsın, ama kütüphaneler dolusu makaleler Parks'a aşırı bağnaz ailesinin kütüphanesindeki İncil tasvirlerini hatırlatıyor. 

Bütün bunların yanında Parks, neden bazı milletlerin edebiyat konusunda ayrıcalıklı olduklarını, bütün dünyada alıcılarının bulunduğunu, bazı milletlerinse Salman Rüşdi ve Orhan Pamuk örneğinde görüldüğü gibi ne dünyalı ne de yerel olabildiklerinden bahsediyor. Yaptığı tespitler sektörün (evet evet, gayet de sektörün) içinde olan birinden geldiği için gerçekten önemli. Burada hepsini uzun uzun anlatmak istemiyorum. 

Benim kitapta en sevdiğim kısım ise edebiyatın dilleri ve çeviri üzerine konuştuğu son birkaç bölüm oldu. Parks İtalyanca'dan İngilizce'ye çeviri yaptığı sırada yaşadığı edebi sorunları, kültür ve dil problemlerini çok somut alıntılar vererek, metinlerin İtalyanca asıllarını ve olası İngilizce çevirilerini okuyucuya sunarak anlatıyor. Bir dilden diğer dile çeviri yaparken kaynak eserin yazılış tarihi, amacı, dili ve hedef dilin orijinal eserin yazıldığı tarihteki durumu üzerine çok ilgi çekici tespitler yapıyor. Ben kitabı İngilizce aslından okudum. Türkçe çevirisini Roza Hakmen yapmış. Parks'ın işaret ettiği çeviri problemlerini Hakmen'in bu kitabı çevirirken yaşamış olması da çok muhtemel. Fakat Türkçe çevirisinde Hakmen bunları nasıl ele almıştır bilmiyorum ve çok merak ediyorum. 

Ben Buradan Okuyorum herkese önereceğim bir kitap değil. Ama okur yazarlık ve çeviri üzerine kafa yoranların okuma imkanları olması durumunda kaçırmamaları gereken, çok tatlı bir kitap.