26 Kasım 2017 Pazar

Ferdydurke - Witold Gombrowicz

Polonyalılara bir yabancıya önerebileceğiniz Leh yazarlar kimlerdir diye sorduğumda aldığım yazar önerileri arasında  Gombrowicz her zaman ilk sırada yer aldı. Okumamak olmazdı. Ben de bu dahi Polonyalı'yı okumaya en çok methedilen eseri olan Ferdydurke'den başlamaya karar verdim. 

Önce şunu sordum: "Peki Ferdydurke ne demektir? Bir karakterin adı mıdır? Bir şehir midir?" Bunların hiçbiri değil. Ferdydurke hiçbir anlama gelmiyor aslında. 30'lu yıllarda Polonya'daki okullarda yaygınca okutulan Sinclair Lewis'in Babbit eserindeki ana karakterin adı Freddy Durke. Buraya bir gönderme olabilir, çünkü Ferdydurke genel anlamda toplumun ve devletin el birliğiyle çocuğu, bireyi,  aydını, işçiyi, köylüyü, şehirliyi, toprak işçisini, burjuvayı ve sonunda toprak sahibi efendiyi nasıl 'eğittiği', bir biçime soktuğuyla ilgili bir roman. İşte burada romanın neredeyse her bölümünde karşımıza çıkan bir kelime çok önem kazanıyor: 'Pupa'. Lehçe'deki çocuk dilinde 'popo' demek ve bana kalırsa Gombrowicz'in romanındaki karakterlerin ve aslında Polonya halkının, hatta romanın evrensel bir tür olduğunu varsayıp bunu genele yayarsak romanın mevzu edindiği bireye şekil verme temasının geçerli olduğu tüm toplumların (kısacası tüm toplumların) bireylerinin birbirlerine dayattıkları çocuk muamelesinin ve aşağılamanın tek kelimeye bürünmüş metaforu. Bu çocuk muamelesinin ve aşağılamanın öğrenildiği ilk yer de okul, bu yüzden Ferdydurke'nin ana karakteri Yuzef  'Toyluk Zamanınından Hatıralar' adını vereceği bir kitap yazarak insanların gözünde kendisi olabilmek isteyen yetişkin bir bireyken toplumun sürekli çocuk muamelesi yapma ve aşağılamasından dolayı (arkadaşları bile 'Toyluğun lafını bile etme, sen kendin toy olduğunu düşünürsen okuyucuların nasıl yetişkin olduğunu düşünsünler diye soruyor) birdenbire okula dönmek zorunda kalıyor ve 'pupa'sının düzeltileceği bir eğitime tabi kalıyor. O sırada okuyucu eğitimin, işçi sınıfının, köylülerin, zenginlerin, burjuvanın hayatlarından tek tek ve bazen aynı anda geçerek dayatmacı toplumun ve buna bazen gönüllü, bazen de zoraki boyun eğen bireyin nasıl şekil aldığına, bireyin kendi 'pupa'sının ve başkalarının 'pupa'larının altında nasıl ezildiğine tanık oluyor. 

Ferdydurke'de yazar çok konuşuyor. Burada güzel bir nokta yakalamış Gombrowicz, çünkü roman bazen öyle bir hal alıyor ki okuyucu olarak bizler birçok yerde yazarın anlatısına ara verip bizimle konuşmasına ihtiyaç duyuyoruz. İşte bu çok gerçekçi aslında. Kalabalık bir akşam yemeği düşünün. Herkes Leh ve dili, kültürü bilmiyorsunuz, yapılan şakaları anca ucundan anlayabiliyorsunuz. Yardımınıza koşan bir arkadaşınız var orada. Sizi de o kültürü de tanıyor ve arada sırada dönen mevzunun ne olduğunu anlatarak size yardımcı oluyor. Fakat Gombrowicz'te işler biraz değişik ve karışık. Gombrowicz elbette ki uluslararası bir roman yazmakta olduğunu biliyordu, bunu amaçlamıştı. İşin bu noktadaki edebi açıdan en başarılı tarafı ise bu 'okuyucuyla konuşmaların' aslında okuyucunun kafasına çok büyük bir berraklık katması değil, işleri biraz daha çetrefilli hale getirmesi ve romanın sonuna kadar 'anlat anlat heyecanlı oluyor' havası katması. Burada ara verip size analiz ve sentezin hikayesini anlatmak istiyorum, diyor bir yerde Gombrowicz. Müthiş bir bölüm okuduktan sonra bundan bir önceki bölümle bir sonraki bölümü bu analiz ve sentez hikayesi yardımıyla birbirine bağlamak binbir zorlukla okuyucuya düşüyor, fakat bu binbir zorluk da Gombrowicz'in hiç umrunda değil sanki. Keyfine bakıyor, karakterleriyle, okuyucusuyla ve kendi kendisiyle oynuyor, size dönüp bir iki cümlelik bir açıklama yapıyor, sonra belki de şarabından büyük bir yudum alıp kendi romanının kahramanlarıyla gülüp eğlenmeye devam ediyor, bundan da büyük bir zevk duyuyor. Ana hikayesine devam ettiği sırada aniden on sekizinci yüzyılın başlarında geçen bir hikaye anlatıyor, bunu yapmadan önce de önsöz hastası olduğunu, önsöz yazmadan duramadığını söyleyerek buna bir de önsöz yazıyor. O sırada biz de muhteşem bir metin okuyoruz, yazdığı bu metni ana hikayeye bağlamak bize düşüyor. Ama heyhat! Gombrowicz fazla zeki bir adam olduğu için bizim de hangi tuzaklara düşeceğimizi biliyor. Arada anlattığı hikaye aslında çok da bir yere bağlanmıyor (bağlanacaksa da çok zayıf iplerle oluyor bu iş, birçok şey muallak kalıyor). Yine de Ferdydurke'yi muhteşem bir roman yapan ögelerden biri olarak duruyor çünkü anlatıyı çok zenginleştiriyor. Bir romanda anlatılan her şeyin 'görünür' bir amaca hizmet etmesi gerekmez. Gombrowicz bunu çok iyi başarıyor. 

Roman boyunca Polonya edebiyatına ve tarihine onlarca gönderme yapıyor yazar. Bunları anlayabilmek Polonyalı olmayan biri için fazlasıyla zor, bu yüzden dipnotlara, çevirmenin önsözüne ihtiyaç duyuyoruz. Ferdydurke en azından on sayfada bir Google'da arama yapmayı gerektiren bir kitap. Bazen hiçbir şey bulamayabiliyorsunuz, çünkü Gombrowicz belli ki kafasından bir şeyler uydurmayı da seven bir yazar. Bazense bu ülke için çok önemli olan ve toplumunun damarlarına işlemiş bazı şeyleri bulabiliyorsunuz (Mickiewicz'e yapılan kırk dört göndermesi, milletlerin İsa'sı göndermeleri gibi). Burada benim en çok ilgimi çeken nokta toplumsal referanslar oldu. Bizde her durumda çay içilmesi gibi romanın birçok yerinde Lehlerin yerli yersiz vodka içmesi; malikane sahibi zenginin kendisi için çalışan köylüye dayak atması, köylünün bunu mutlulukla karşılaması çünkü köylü olmanın bunu gerektirmesi, köylülere ve köy yaşamına öykünen şehirli entelektüelin roman ilerledikçe köylü ağzıyla konuşmaya başlaması, bütün bunları anlatırken Gombrowicz'in sık sık dahi bir kafa ve sivri bir dille araya girmesi romanı benim için çok iyi kılan yönlerinden sadece birkaçı. 

Ferdydurke'de mizah var, dehşet var, deha var ve en önemlisi, mükemmel bir estetik ve yazı işçiliği var. Her cümle ardı sıra bir nakışı işler gibi geliyor. Sonunda ortaya fevkalade güzellikte bir eser çıkıyor. İngilizce çevirisinden okudum. Ferdydurke'de o kadar çok dil oyunu ve yerel gönderme var ki herhangi bir dile çevirilmesi çok zor. Çevirmenin yıllarını verdiği bir çeviri olmuş. Türkçe çevirisini ise Osman Fırat Baş yapmış. Türkçe çevirisini merak ediyorum. Özellikle de Lehçem yeterli olduğunda orijinalini okumayı çok ama çok istiyorum. 

5 Kasım 2017 Pazar

Ben Buradan Okuyorum - Tim Parks

Hakkını teslim etmeli, Tim Parks çok hoşsohbet bir adam olsa gerek. Hem romancı, hem öğretmen hem de çevirmen. Sıcakkanlı, dürüst bir yazar. Kitabın birkaç yerinde iyi bir hikayenin nasıl olması gerektiğine ve kendi kitaplarında bunları nasıl başaramadığına dair somut örnekler bile veriyor. Bin yıllar boyunca dünyaya öyle ya da böyle hükmetmiş Britanya'nın yetiştirdiği burnu hafif yukarı kalkık yazarların tersine bir tavır bu. Bunu yazarın kişiliğinin yanında ömrünün son otuz yılını görece sıcak bir ülkede, İtalya'da geçirmesine bağlayabiliriz biraz da. Parks'ın başka hiçbir kitabını okumamıştım. Bir hayli zor sayılan İtalyan kanonlarını İngilizce'ye çevirdiğini bilmem dışında romancılığına ve çevirmenliğine dair hiçbir fikrim yok. Ben Buradan Okuyorum'u hiç sıkılmadan, arada bir hayret ederek, gülerek okudum. 

Parks bu kitabında edebiyatla, çeviriyle ve genel olarak kitaplarla içli dışlı herkesin arada bir sorduğu basit görünen sorulara cevaplar veriyor. Neden öyküler yazarız (anlatırız)? Öykü yazmamıza gerek var mı? Edebiyat eğitimi gerekli midir? Bir kitaba başlayınca onu bitirmek şart mıdır? E-kitaplar yaygınlaşmalı mıdır ve okumaya katkıları/zararları nelerdir? Telif hakkı neden vardır? Akademik edebiyat eleştirisi ne işe yarar? Ödüller edebiyata katkı sağlar mı? Bunlar gibi yığınla soruyu ve cevaplarını bu kitaba hoş bir dille sığdırmış Parks. Benim en çok hoşuma giden yönü Parks'ın bu sorulara cevap ararken  yer yer kendini yazar/çevirmen sıfatından sıyırıp iyi bir okuyucu referansıyla konuşması. 

Parks birçok yazarın ayıp, edebiyata ihanet sayıp dillendiremeyeceği şeyleri açık yüreklilikle söylüyor. Asla öykü anlatmak zorunda değiliz, ama seviyoruz ve alıcısı var, diyor mesela. Kindle okuma zevkini öldürmez, hatta çocukken okuduğumuz resimli kitaplardan ciddi kitaplara geçmek gibidir, - okurluk bağlamında - yetişkinler içindir. (Kitap kokusu, sayfaya dokunma hissi diye tutturanlara da basılı Dan Brown ve Jane Austen kitaplarından aynı zevki mi alıyorsunuz, diye soruyor).  Bir kitaba başlayıp çok sevdiyseniz bile bitirmez zorunda değilsiniz (Parks burada Kafka'dan örnek veriyor basit ve akla çabucak gelebilecek şekilde: birer sona sahip olmayan Amerika ve Şato; bu kadar yeter denip alelacele bir son yazılmış gibi duran Dava). İsteyen akademik edebiyat eleştirisi yapsın, ama kütüphaneler dolusu makaleler Parks'a aşırı bağnaz ailesinin kütüphanesindeki İncil tasvirlerini hatırlatıyor. 

Bütün bunların yanında Parks, neden bazı milletlerin edebiyat konusunda ayrıcalıklı olduklarını, bütün dünyada alıcılarının bulunduğunu, bazı milletlerinse Salman Rüşdi ve Orhan Pamuk örneğinde görüldüğü gibi ne dünyalı ne de yerel olabildiklerinden bahsediyor. Yaptığı tespitler sektörün (evet evet, gayet de sektörün) içinde olan birinden geldiği için gerçekten önemli. Burada hepsini uzun uzun anlatmak istemiyorum. 

Benim kitapta en sevdiğim kısım ise edebiyatın dilleri ve çeviri üzerine konuştuğu son birkaç bölüm oldu. Parks İtalyanca'dan İngilizce'ye çeviri yaptığı sırada yaşadığı edebi sorunları, kültür ve dil problemlerini çok somut alıntılar vererek, metinlerin İtalyanca asıllarını ve olası İngilizce çevirilerini okuyucuya sunarak anlatıyor. Bir dilden diğer dile çeviri yaparken kaynak eserin yazılış tarihi, amacı, dili ve hedef dilin orijinal eserin yazıldığı tarihteki durumu üzerine çok ilgi çekici tespitler yapıyor. Ben kitabı İngilizce aslından okudum. Türkçe çevirisini Roza Hakmen yapmış. Parks'ın işaret ettiği çeviri problemlerini Hakmen'in bu kitabı çevirirken yaşamış olması da çok muhtemel. Fakat Türkçe çevirisinde Hakmen bunları nasıl ele almıştır bilmiyorum ve çok merak ediyorum. 

Ben Buradan Okuyorum herkese önereceğim bir kitap değil. Ama okur yazarlık ve çeviri üzerine kafa yoranların okuma imkanları olması durumunda kaçırmamaları gereken, çok tatlı bir kitap. 

25 Ekim 2017 Çarşamba

Sarı Kahkaha - Murat Özyaşar: Kürtlük mü Kızılderililik mi?

Murat Özyaşar'ın ikinci kitabı Sarı Kahkaha 2015'te yayımlandı. İnternette, bilimum edebiyat dergilerinde hem yayımından önce hem de sonra gerekli veya gereksiz bol bol övüldü. Merakla bekliyoruz, dayanamıyoruz, aha çıktı, off ne kitapmış gibi yorumlar duman oldu, üstümüze çöktü, bir süre önümüzü göremez olduk. Ben bu tür yorumlara katılmadığım gibi anlam da veremiyorum. Bir kitabı okuyup beğenmediğim zaman dahi kendimi "keşke okumasaydım," diyeceğim bir konumda bulmam. Kötü kitap da iyi okuyucuya öğretir, en azından bir his verir. Fakat Sarı Kahkaha'yı bitirdiğimde harcadığım zamana yandım.

Nasıl mı?

Anlatayım. Murat Özyaşar kötü bir şair olacakken hasbelkader öykücü olmuş biri gibi yazıyor. Anlatı içinde anlatının özüne hizmet etmeyen kafiyeler, soyutlamalar, tanımlamalar, aynı cümle içinde - bunu söylerken acı çekiyorum ama - sırf havalı ve edebi görünsün diye yazılmış, birer ikili karşıtlığa dönüşmeyi beceremeyen tezat durumlar havada uçuşuyor. Şuna bakın mesela: "Annen ki, eşiklerden duayla geçen, otobüse besmeleyle binen, ördüğü yün çilelere kendi çilesini karan, yani senin kapkaran." Havalı bile durmuyor bu cümle. Haydi diyelim ki havalı, peki ne anlıyoruz biz bu cümleden ve kitaptaki bunun gibi yüzlerce cümleden? Değer mi bu bayağılıklara edebiyatı alet etmek? Ne anlaşılır ne de anlaşılmaz gibi duran ama aslında hiçbir mana ve amaç taşımayan birsürü cümle: "Babalar öyledir işte, ölünce herkesten çok ölür." (Yapma yahu?) "Konuşursam sustuklarım incinir diye susardı sanki." (Bak hele!) "Sarılmasını bilen adam iyi adamdır." (Ya çay veren?) "Risk ishalken bile osurmayı göze almaktır baba." (Biri üstüme toprak atsın lütfen.) "Bir gölge gibi dolaştım dünyada, yüzüm başka güneşlere ayarlı." (Buna sadece burnumdan nefes vererek gülüyorum ve geçiyorum.) "Sokağa fırlatılmış bir ünlem işareti gibi dolaşıyordun ey'le, vay'la, vah'la. Dilinden dökülendi vaveyla." (Ne diyorsun Murat Hoca!) Bunlar sadece birer örnek. Kitap bunlardan daha iç bunaltan yüzlercesiyle dolu. Birçok öykü gözlemler sonucu, kulak kabartma sonucu (veya kafaya esmesi sonucu diyelim) not alınmış cümlelerin bir araya getirilip yavan ve güçsüz bir iskeletle öykü formatına zoraki dönüştürülmüş hali izlenimini veriyor. Sürekli bir özlü söz söyleme zorundalığı kitabın bütününe hakim. Biçim ve kurgu da tüm bu kahve, kitap, sigara destekli cümlelerin içinde kaybolup gidiyor, neye hizmet ettiklerini anlayamıyoruz. Yazar kendine ait bir tınısı bile olmayan başarısız ve renksiz dilini aksak dil diye malzemesine göre yontulmuş renkli ve kulağa alengirli gelen, lezzetli görünen bir bahanenin ardında saklıyor. Maalesef yiyeni çok. 

Özlü söz demişken, bir de kitaptaki öykülerin genel olarak geçtikleri mekanla bağıntılarına değinelim. Murat Özyaşar öykülerinde Diyarbakır'ı mekan ediniyor. Her öyküde ya sokakta ya kahvede ya genelevde ya aile ortamında, her türlü durumda bir özlü söz yumurtlayan insan çıkıyor. Sanırsın ki şehir senin benim gibi normal insanlardan değil de silme filozoflardan ve düşünürlerden müteşekkil. Kahvecisi, pazarcısı, yaşlı teyzesi, eski gerillası, çoluğu çocuğu herkes bir Adorno, herkes bir Oscar Wilde. Cümle alem bir olmuş, durmuyor, her durumda  birilerine veya dünyanın ta kendisine Nasreddin Hoca gibi yapıştırıyor cevabı. Bu gözlem her ne kadar kitabın gülünç bir tarafına dokunuyor gibi görünse de aslında fazlasıyla tehlikeli bir duruma işaret ediyor. Çok hassas ve tehlikeli bir durum söz konusu burada. Özyaşar ezilmiş, mahrum bırakılmış, buna karşı isyan eden bir coğrafyayı kullanıyor. Bunu yaparken oranın insanlarına, kendisi de oranın insanı olmasına rağmen, soyu tükenme tehlikesinde olan ve batılı liberalleri bilgelikleriyle kendilerine çeken Kızılderili muamelesi yapıyor. Herhangi bir öyküdeki izlek devam ederken ansızın Kızılderili bir Kürt çok ağır bir laf ediyor, okuyucu olarak apışıp kalıyoruz. Vay be, diyoruz. Çekilen şu acılara, bölgede yaşanan  acılardan kaynaklı kazanılan şu hikmete bak, diyoruz. Peki Diyarbakır özelinde bütün Kürt illerini ele alalım. Bu iller gerçekten de Özyaşar'ın anlattığı gibi midir yoksa Özyaşar kalemine bir araç olarak bu bölgeyi kullanıp beyaz ve beyaza çalan okuyucularına bunu satmak niyetinde midir? Bana kalırsa Özyaşar ikincisini kullanıp kolaya kaçıyor. Edindiği bu üslup gerçeklikten çok uzak. Yani şöyle diyelim, barış süreci sırasında Diyarbakır'ı Türkiye'nin batısından gelip ziyaret etmiş, newroz kutlamalarına katılmış, ciğer yiyip surlara çıkmış, ay ne güzelmiş isyan falan deyip oranın insanıyla bir şekilde arkadaşlık bağı kurmuş ya da buna tamamen uzak kalmış birçok insanın da gözlemlediği gibi Diyarbakır halkı acı çekmiştir, kendine has bir tavrı, tarzı ve zihin yapısı vardır, evet. Fakat bu kesinlikle Özyaşar'ın dile getirdiği sığlıkta (iki dil arasında kalmışlık, çok esrar, çok çay, çok fakirlik) değildir ya da onun anlattığı gibi insani durumlardan uzak değildir, en azından bunlardan ibaret hiç değildir. Bütün bunlar şehre dışarıdan gelen birinin iki saat sonra zaten gözlemleyebileceği şeylerdir. Özyaşar bunu biraz boyayıp zaten durumun farkında olan herkese eğlencelik bir biçimde sunmaktadır. Yeni hiçbir şey söylememekte, bazen boyasını fazla tutup yalan söylemektedir (herkesin bir filozof olduğu örneğinde gördüğümüz gibi). Diyarbakır'da yaşayan - veya yaşamış - biri olarak Murat Özyaşar kendi memleketine yerel bir oryantalist gibi davranmakta, maliyeti yirmi liralık makine dokuması kilimi Alman turiste el dokumasıymış gibi iki yüz dolara yutturmaya çalışan çarşı esnafı tavrıyla kendi şehrini ve o şehrin insanını özünde olmayan bir renge boyamaktadır. Bu kitabın çok kıymet görmesi, bol bol satması, alıntılanması o şehir için, Türkçe yazan ve eserlerinde kendi coğrafyalarını mekan edinen diğer Kürt yazarlar için de çok tehlikeli bir durumdur. Özyaşar kendi halkının soyunu bir an evvel tüketip ekmeğini daha büyük iştahla yemek adına ve saygıyı sırf sefalet içinde olduğu için hak ettiğini göstermek adına kalemini telaşla sallamaktadır. Bu, edebiyatn kolaya kaçan zümresinin yapacağı iştir. Şehir anlatıları bu kadar sığ ve okuyucuya yaranma, onun hoşuna gitme meraklısı olmamalıdır.

Yazıyı bitirirken Özyaşar'a Diyarbakırlıların deyişiyle şöyle seslenelim: "Murat Hoca, git sen seni Ben û Sen'den aşağı at!"

23 Ekim 2017 Pazartesi

Körleşme - Elias Canetti



İki büyük savaş arasında yazılmış birçok romanın aksine Körleşme modernist yapıyı hem koruyor hem de karakterlerinin yoğunluğuyla ondan çok uzaklaşıyor. Olay örgüsünden çok karakterler üzerine kurulu bir roman olduğunu söyleyebilirim. Yazıldığı dönemin (birinci büyük savaşın sonrasında, dünya toplumları ikinci büyük savaşa dişlerini bileyerek hazırlanırken) insanının kafasındaki dünya tasavvuru romanda çok canlı ve çok evrensel. Roman çoğunlukla baş karakteri Kien ve onun insanlar, dünya ve kitaplar üzerindeki fikirlerine yoğunlaşsa da hiç de bundan ibaret değil. Görünürde kütüphanesine kapanmış, gerçek hayat nedir bilmeyen bir entelektüelin hikayesi gibi. Ama tam olarak asla bu değil. Kien ne kadar gerçek hayattan kopukluğa, insan sevmezliğe, bencilliğe boğulmuşsa (roman bir süre ABD'de Babil Kulesi adıyla yayımlanmış, fakat bana kalırsa bu tavırlar bir entelektüelin avama üstten bakışından ibaret değil; ben bu saydığım tavırlara kısaca faşizm diyeceğim) roman ilerledikçe tanıdığımız, bilgiden, kültürden ve eğitimden uzak diğer karakterler de her ne kadar gerçek hayatın içinden insanlar olsalar da hepsi en az Kien kadar faşist birer örnek olduklarını kanıtlıyor. Faşistleşme evresini tamamlamış veya bu yolda sağlam adımlarla ilerleyen insanlar. Kısacası herkes öyle ya da böyle faşist. Romanın direkt bir politik söylemi yok. Fakat insanlarının günlük ilişkilerinde, hesaplaşmalarında, iş anlaşmalarında her daim bir kendi çıkarını gözetme, kendisi gibi olmayandan nefret etme (buna mizojinizm, ırkçılık da dahil), aman kendimi sağlama alayım, hayatta en büyük arzum neyse onu ben elde edeyim, başkalarının ne hali varsa görsün tavrı veya en basitinden, okuyucunun insani olarak en çok sempati duyacağı karakterde bile şimdi yardım edeyim de yarın yüzüne vururum düşüncesi hakim. Bütün bunlar toplumda artık en üst seviyeye çıkmış tahammülsüzlüğün, ahlaksızlığın bir işaretiyken patlamaya hazır bir bomba gibi bekleyen savaşın da içten gelen tıkırtıları gibi. Canetti'nin Avusturya özelinde anlattığı Avrupa toplumuna bakarak Hitler'in propaganda işi düşündüğümüz kadar da zor değilmiş diyebiliriz.

Canetti'nin ilk ve tek romanı bu. Buna rağmen kafasının içinin ne kadar dolu, zengin olduğunu rahatlıkla gösterebiliyor. Romanın zor zamanlarda yaşayan, aslında tekdüze insanlar olan karakterleri okuyucuyu ansızın rengarenk hayallerine taşıyabiliyor. Canetti bunu çok basit ama aşırı derecede güçlü anlatı yeteneğiyle başarıyor. Çok zeki bir yazar, okuyucudan da bir nebze de olsa çaba bekliyor. Bir karakol sahnesi, birdenbire bir karakterin coşkuyla anlattığı sevinçli bir cenaze alayına uçuyoruz, başka bir bölümde uçkuruna düşkün kör bir dilencinin yüz kadın çalıştıracağı mağazasını izliyoruz, olağan bir sohbet anında kulağımızda çalgılar çalmaya, gözümüzün önünde ölüler ve yaşayanlar dans etmeye başlıyor, sonra birden kambur bir cücenin devasa sarayına konuyoruz. Bunlar kolay işler değil. Hiç değil.

Kitabın çevirisi Ahmet Cemal'e ait. Çok güzel bir çeviri. Ahmet Cemal'in öztürkçeciliğe dair fikirlerini bilmiyorum. Ama roman boyunca ara sıra gördüğüm birkaç yer beni rahatsız etti demesem de "Allah Allah" dedirtti, diyebilirim. Polis teşkilatı yerine polis örgütü, sakat muamelesi görmek yerine sakat işlemi görmek, tamirci yerine onarımcı gibi kullanımlar, ne diyeyim, biraz garip.