27 Eylül 2018 Perşembe

Time's Arrow - Martin Amis

Edebiyatın hırçın yakışıklısı Martin Amis'in 1992'de yayımlanan Time's Arrow kitabını elime aldığımda çok büyük beklentilerim yoktu. İşimin gücümün yoğunlaşmaya başladığı, yaz tatilinden sonra çalışma dönemimin çat diye kapıma dayandığı, planlar yapmamın gerektiği bir zamanda, beni çok yormayacak, zevk alacağım ve çerez niyetine okuyacağım bir kitap okuyacağımı düşünerek aldım elime. Ne var ki beni bekleyen kitap aslında çok yoğunlaşmış bir zihin gerektiren deneysel bir kurgu eseriymiş, okurken anladım. 

Time's Arrow'un deneysel kurgu şekli aslında çok yeni bir şey değil. Fitzgerald'ın The Curious Case of Benjamin Button'ındaki gibi tersten akan bir hayat hikayesi var ama karakterimiz yaşlı doğup bebek ölmüyor. Linear ve doğal, insana özgü bir hayat akışını Amis okuruna tersten sunuyor, o kadar. Romanın karakterinin ölüyken birdenbire kendini iyi hissetmesi, sonra yavaş yavaş yürümesiyle başlıyoruz romana ve bu kısa roman boyunca hikaye geri doğru gidiyor, kitaptaki halleriyle okunan diyaloglar sadece ters sırayla okunduklarında bir anlam ifade edebiliyor, renkli televizyonlar satılıp siyah beyaz televizyonlar satın alınıyor, 'merhaba'lar 'hoçakal'lara dönüşüyor, vesaire. 

Peki Martin Amis'in bu romanında böyle bir akış doğrultusu belirlemesinin sebebi neydi? Öncelikle romanı spoiler okumayı geçin, konusunu bile okumadan elime aldığım için zamanın ters yönde aktığını bilmeden okumaya başladığımı söylemem gerek. İlk yirmi sayfada neler olduğuna anlam vermenin bir hayli zor olduğu, okuyucunun sadece Amis'in kullandığı gerçekten insani, duygulu ve güzel dille kendini eğlediği bu romandaki tersine akış ilk bakışta hiçbir anlam ifade etmiyor. Birçok okurun aklına da yazarın sırf düz roman formundan çıkmak için ecnebi sanat kritiklerinin 'gimmick' diye adlandırdığı gereksiz bir hileye, yani artizliğe başvurduğunu getireceğini de tahmin ediyorum. Fakat Amis gibi önceki birçok romanıyla (mesela Para) halihazırda yazarlığını kanıtlamış birinin böyle bir yola başvuracağını düşünmek kötü zanda bulunmaktan başka bir şey değildir bence. Bana göre romanın ters akışı en çok karakter oluşumuna ve romanın arka zeminindeki tarihsel olaylara hizmet ediyor. Buna biraz değineyim. 

Dünya tarihinde öyle olaylar vardır ki bir film çekecek veya kitap yazacak olsanız o olayın en küçük ve en basit (dandik) ayrıntısını bulur, içinden bir iki yaşanmış durum çıkarır, milyonların satın alacağı bir eser haline getirebilirsiniz. Ve evet böylece aptal veya beceriksiz değilseniz eserin en azından masrafını çıkaracağınız da kaçınılmaz bir gerçektir. Mesela İsa'nın hikayesi böyledir, haçlı seferleri böyledir. Örnekler çoğaltılabilir fakat bu bahsettiğim şeye en uygun tarihi olay da ikinci dünya savaşı ve Nazilerin uyguladığı Yahudi ve Leh soykırımıdır. 

Bu soykırımı anlatan binlerce film, kitap, resim var. Yani ekmeğini yiyen yedi diyelim. Daha fazlasına doyduğumuzu söyleyebilirim. Time's Arrow da soykırım sırasında görev yapmış, savaş suçlusu bir Nazi doktorunun hikayesini anlatıyor. Normal bir Nazi doktoru hikayesinin şöyle gitmesi gerekirdi: tıbbiyeyi bitirir, orduya yazılır, savaş çıkar, görece refah içinde yaşayan Yahudiler gettolara yığılır, sonra birer birer kamplara gönderilir, kamplarda milyonlar katledilir, Nazi doktoru acımasızca insan öldürür, Ruslar gelir Nazi ordusunu temizler, kahramanımız sağ kaldıysa ordudan arta kalan diğerleriyle birlikte isim ve kılık değiştirerek başka ülkelere kaçar vesaire vesaire. Time's Arrow'da bütün bunların var olmasının yanı sıra kronoloji tersine sarıyor, etki ve tepki tersine dönüyor, eylem ve karşılık bükülüyor, böylelikle okur bambaşka bir karakter gelişiminin yanı sıra arka planda bambaşka bir tarih anlatısına tanık oluyor ve gerçekten de bambaşka bir okuma deneyimi yaşıyor. Neden mi? Aslında cevap çok basit. Soykırımın özü olan şiddet ögesi de geriye sarıyor, yani baskının, haksızlığın, faşizmin bir aracı olan şiddet yazarın marifetiyle 'gerçekleşemiyor', vaki olamıyor. Kitabın tam ismi olan Time's Arrow: or the Nature of the Offence, yani şiddetin doğası da çok şey söylüyor aslında. Okurlar olarak romanın tersine gittiğini bildiğimizden aslında gerçek hayatta o şiddetin ne kadar ağır olduğunu, fakat onu böyle ele alarak nasıl da alaşağı edebileceğimizi görüyoruz. Aslında aileleri birbirinden ayırması gereken doktor, sevgilileri buluşturuyor. Bakın işte, 'iyi yürekli' Nazi doktoru bir Yahudinin bomboş ağzına diş takıyor, bir yandan onlarcasını gaz odasından çıkarıyor. Bütün bunları anlatan yazar da gerçeğin farkında olan ve bütün bunları tüyleri ürpererek okuyan bizlere göz kırpmakla yetiniyor. 

Biçimin sağladığı bir diğer etkiye gelecek olursak, romanın içeriği ve okuma deneyimi iç içe geçiyor ve okur kendini bir romanı aslında tersten okurken buluyor. Bir yerde karakterin ruh durumunu okurken sonraki bölümde bunun sebebini görüyor. Bir bakıma yazarın düz yolda ilerlemek isteyen okuru çekiştire çekiştire geri götürdüğünü de hayal edebiliriz. Bir yazar için çok tehlikeli ama klasik okur için çok müstesna bir his! Katledilen insanların toplu halde canlandıklarını, yavaş yavaş kilo aldıklarını, önce gettolarına sonra da romanın karakteri gibi birçok subay tarafından yeni (aslında eski) mahallelerine ve evlerine gönderildiklerini, kilo aldıklarını, sağlıklarına kavuştuklarını düşünmeniz bunu biraz anlayabilmek için yeterli. Her haliyle enteresan. Ölü bir adamın canlanışıyla başlıyor roman ve ölü adam bir ölü mekanına, toplama kampına giriş yapıyor. Aslında ne kadar duygusal ve çarpıcı, değil mi? 

Bütün bu biçim denemelerinin ve hikaye akışının estetiğinin yanı sıra Amis'in çok da güzel bir dili var. Duygusal, şakacı, lafını esirgemeyen, acıtıcı ama aynı zamanda çok insanca, çok masumca bir dil bu. Kısacık bir roman olmasına rağmen okurunu ciddiye alan söz oyunlarıyla ve yoğun düşüncelerle dolu. Ben romanın İngilizce aslını okudum. Maalesef bu güzel eserin Türkçe'ye çevirisi yapılmamış. Bunu da Türk yayıncılarının bir ayıbı ya da en azından bir eksiği olarak buraya not edelim. Türkçe çevirisi yayımlanana kadar İngilizce bilenlerin kesinlikle kaçırmaması gerektiğini düşünüyorum. Hiçbir şekilde pişman etmeyecektir. 


11 Eylül 2018 Salı

Genç Bir Doktorun Anıları - Mihail Bulgakov

Çiçeği burnunda bir doktor taşraya tayin olunur. Bu genç doktor aslında şehirde kalıp bir hastanede stajyer doktor olarak çalışmak istemektedir ama emir demiri kestiği için tıpış tıpış köyde çalışmaya gider. Genç Bir Doktorun Anıları'nda Bulgakov bu genç doktorun köyde yaşadığı zorlukları, mesleği öğrenirken çektiği çileleri, bir hekim olarak kendine güven kazanma süreci esnasındaki korkularını, köy yerinin cahilliğini, batıla olan derin bağlılığını, tıbba olan kör inançsızlığını anlatıyor. 

Konu bizdeki mevzulara çok yakın aslında. Türk Edebiyatında da taşraya atanan öğretmenin, doktorun, kaymakamın hikayesini defalarca okumuşuzdur. Yani bu mevzulara Kanada'da, Norveç'te vesaire rastlayamıyoruz haliyle. Ben Bulgakov'da da bizde olandan daha farklısını pek göremedim. Belki de Anadolu kırsalıyla Rus kırsalı birbirine benziyor. Belki de "sen vatanın şu noktasına çalışmaya gideceksin, lamı cimi yok" anlayışı bizde olduğu gibi Ruslarda da var. O kadarını bilmiyorum. Kitapta gözlemleyebildiğim tek fark Bulgakov'un bütün o köylü cehaleti, imkansızlıklar vesaire üzerine konuşmanın yanı sıra başkarakterinin kişisel korkularına, benlik sorgulamalarına da yoğunlaşması. Çok ufak görünen mesleki korkuların aslında onları yaşayan için ne kadar devasa şeyler olduğunu son derece başarılı bir yoğunlukla gösterebilmiş olması. Genç doktorun her gün "ya bu gün bir ters doğum vakası gelirse" korkusuyla uyanması beni gayet etkiledi doğrusu. Bir de kar kış kıyamet atmosferi içinde binbir zorlukla görev yapmış köy enstitüsü mezunları, çiçeği burnunda tıbbiyelilerin hikayelerini de bildiğimiz için eseri bir yakınlık duygusuyla okuyabiliyoruz. Hatta aklımıza aşağıda görüleceği üzere birtakım komiklikler bile getirebiliyor. 


Bulgakov'un kendisi de köy doktorluğu yapmış. Anılarını birebir bu kitaba aktarıp aktarmamış olduğunu bilmiyorum ama illa ki gerçeklikle büyük ölçüde bağı vardır kitabın. Kitabın her bir bölümü hem birbirinden bağımsız bir biçimde okunabilecek öyküler niteliğinde hem de bir araya geldiklerinde başı sonu belli bir roman olmasa da iyi bir hatırat oluşturur nitelikte. Doktorun kendisine gelen her hastada önce korkup panik yaşaması sonra da işin içinden başarıyla sıyrılması durumu kendini çok tekrar edip okuyucuyu sıksa da yazarın  ameliyatları anlatırken kullandığı dil ve tasvir gücü kitabı okunabilecek bir hale sokuyor. 

Çevirisi gayet başarılı. Göze batan bir dil sorunu taşımıyor. Kesinlikle okunması gereken bir kitap olarak görmüyorum bunu ama okunduğu takdirde de asla pişmanlık duyulacak bir eser değil. Okura başlığında vaat ettiğini sunan, fazlasına karışmayan, birazcık Rus devrimi atmosferi tattıran, kısa sürede biten, makul bir kitap. 

4 Eylül 2018 Salı

Bir Tereddüdün Romanı - Peyami Safa

Daha önceki yazılarımda interwar dönemine, yani iki dünya savaşı arasında geçen zamana birkaç defa yüzeysel olarak değinmiştim. Bu yazımda da buna yine yüzeysel olarak değinme ihtiyacı duyuyorum. Birinci Dünya Savaşı'nın yarattığı hem maddi hem de manevi buhran (vay vay vaaay!) sonucunda edebiyatın kelimenin tam anlamıyla patladığı bu aralık roman sanatı için çok önemlidir. İnsan hayatının zerrei miskal (veya miskali zerre) kadar öneminin olmadığını, büyük hayallerin ve büyük insanlık ideasının büyük şirketlerin kontrolüne girecek kömür madenleri, gemi taşımacılığı kanalları ve insanoğlunun zaten üzerinde yaşamakta olduğu toprakların yeniden paylaşımı uğruna heba edildiğini gören, dünya değişse de fakirin ve çilekeşin yaşamının hiç değişmediğini, hatta daha da kötüye gittiğini seyreden, böylece büyük umutsuzluklara gark olan (gark mı ıyyyk) entelijansiya zihninde kurduğu afedersiniz bütün ahlaksızlıkları, aşırılıkları, yıllarca bastırdığı, içinde tutup dile dökemediği acı ve yakıcı gerçekleri bu dönemde çat çat çat diye sayfalara dökmüştür. Mesela  hiç beğenmesem de D.H. Lawrence'ın Lady Chatterley's Lover romanı seksten açık açık bahsediyor oluşu (ay seks dedi!) sebebiyle çok önemlidir. Joyce'un Ulyssess'i o güne kadar kural sayılmış (hem ahlaki hem de edebi) neredeyse bütün formları yerle bir ettiği için değerlidir. Yine aynı dönemde eserler veren Proust, Woolf, Mann, Kafka, Fitzgerald, Orwell, Brecht, Nabokov, Bulgakov gibi yüzlerce yazar aslında edebi yaratıcılık isteğinin yanında çok benzer bir motivasyonla, onlara, onların dedelerine ve dedelerinin de dedelerine düpedüz yalan söylemiş olan, sonunda insanlığın, gariban işçi sınıfının eline üçün birini bile bırakmayan dünya nizamından hem intikam alma, hem onu değiştirme isteğiyle, her biri kendi meşrebine ve edindiği derde göre yazmışlardır. İsimlerini verdiğim birçok yazarın ve nicesinin yazdıklarında toplum ve devlet eleştirisini, hatta bunlara başkaldırıyı, açık açık veya gizli kapaklı, sıklıkla görebiliriz. Savaşlar her ne kadar kötü olsalar da modernizmin, postmodernizmin ve şu an edebiyatı, akademiyi ve büyük ölçüde politikayı da bir iskeletle ayakta tutan görünür ve görünmez yapının savaşlar sonrasında, onların etkisiyle, onlara tepki olarak doğduğunu söyleyebiliriz. Bu konu üzerine daha detaylı eğilmek isteyenlere Modris Eksteins'in maalesef Türkçe'ye çevirisi yapılmamış Rites of Spring: The Great War and the Birth of the Modern Age kitabını şiddetle öneririm. 

Yukarıda bahsettiklerim uzun uzun, örneklerle ve sebeplerle anlatılabilecek bir konuyu oluşturuyor ama ben bu konudan bir İngiliz'in cemiyetteki bir eğlenceden hiçkimseye haber vermeden ayrıldığı gibi hemen çıkmak ve bu savaşların (Türk Devleti birinci dünya savaşında bilfiil yer almış, ikincisine katılmamış olmasına rağmen etkisini çok büyük şekilde hissetmiştir) ve zamanın ruhunun Türkiye'deki edebiyat meselelerine nasıl bir etkisi olduğunu Peyami Safa'nın iki dünya savaşı arasında bir zamanda, 1933 yılında ilk basımı yapılan Bir Tereddüdün Romanı adlı kitabını kendimce ve meşrebimce tartışarak irdelemek (neler oluyor?), sonrasında ise romanın diline, biçimine ve üslubuna dair düşüncelerimi çok kısaca not etmek istiyorum. Önce romanın olay örgüsüne bir bakalım. 

Biyografik eserler okumaktan hoşlanan Mualla evinde oturmuş 'Bir Adamın Hayatı' adlı bir kitap okumaktadır. Mualla'nın baştan sona değil, kafasına göre bölümler seçerek okuduğu ve okumaya devam edip etmemekte sürekli tereddüt yaşadığı bu kitabı bizler de onunla birlikte okuruz. Kitaptan umduğunu bulamamıştır Mualla. Kitabın ziyadesiyle depresif ve acı dolu akışı ruhuna fena halde tesir etmekte, bazen midesini bulandırıp iştahını kesmekte, başını döndürmektedir. Sonraki bölümde Mualla her seferinde okumayacağım deyip yeniden eline aldığı bu kitabın yazarıyla tanışır ve  kısa bir tanışıklıktan sonra yazardan evlilik teklifi alır. Mualla için bu evlilik teklifi de bir tereddüdün kaynağıdır. Yazarın gizli hayranı ve 'stalker'ı olan Vildan ise evlenmeye karar verdiğini duyunca yazarı insanlardan kaçmak için sığındığı otelinde bulur ve olaylar bundan sonra yazarla Vildan ekseninde cereyan eder. Bir gün Vildan'ın evinde alkol ve uyuşturucu aldıktan sonra birbirlerine itiraflarda bulunur, fikirlerini uzun uzun açarlar. Hayatının temelini tereddütlerin oluşturduğu Vildan'a karşı yazar da çok derin tereddütler ve şüpheler taşımaktadır. Vesaire, vesaire...

Gördüğünüz gibi kitabın esas meselesi tereddüttür. Romanın bir yazar ve onun iki okurunun oluşturduğu kahramanlarının özel hayatları içerisinde yaşadıkları tereddütlerin çevresini bir de memleketin içinde bulunduğu fikri tereddütler sarmaktadır. Batının büyük dönüşümlerden geçtiği bu dönemi yazar (Burada yazardan kastım Peyami Safa değil, romanın başkarakteri olan yazar. Fakat roman boyunca bu yazarın aslında Peyami Safa'nın diliyle konuştuğunu da görüyor, ikisini birbirinden pek de ayıramıyoruz. Safa yazarı konuşturmakta, kendi fikirlerini onun ağzıyla sunmaktadır diyebiliriz.) bu dönüşümleri izleyerek, bunlar hakkında konuşarak, bunları eleştirerek geçirmektedir. Bunun yanı sıra gözünde bir bakıma batının temsili olan baloların, sefahatin (alkolün, uyuşturucunun ve kadının) düşükünüdür de. Hatta bir batı sanat ürünü olan roman türünde eserler vermektedir sonuçta. Buna rağmen ona kalırsa batının yarattığı bütün -izmlerden kurtulmak gereklidir. Ayrıca klasik yaşam tarzının yerine anarşiyi ve anksiyeteyi getirmiş olan batı büyük bir yanılgıya düşmüştür. Velhasıl yazar ilk paragrafta bahsettiğim, Avrupa'yı modern çağa iten o bütün dinamiklerin zararlarını vurgulamaktadır. Fakat yine de zamanını evinde oturup ibadet ederek, çay içerek geçirmeyi de hiç tercih etmemektedir. Bu yönüyle yazarın kendisi cumhuriyetle birlikte ortaya çıkan Türk aydınının (böyle bir gruptan söz edebiliyorsak eğer) bir bakıma temsilidir. Batının dönüşümünü ve atılımını tabiri caizse mal mal izlemekle yetinmekte, klasik (muhafazakar demediğim için klasik diyorum) yaşamla sanatın karşısına koyduğu ilerici, bireyi merkeze alan yaşam tarzıyla sanatını şeytani bir kötülük saymakta, bununla birlikte özel hayatında batı hayatını benimsemekte, batının düşünce boyutunu ise yok saymaktadır. En azından sanatı ve dili dönüştürmek suretiyle toplumun dönüşmesinde meşale taşımak gibi bir derdi hiç mi hiç yoktur. Bunu ülkenin tepesindeki askerlere, politikacılara bırakmakta, onların çizdiği yol neyse orada ilerlemektedir. Türk aydını çok ciddi ve mühim bir savaş olan Kurtuluş Savaşı sonrasında bile çok sınırlı bir varoluşsal ve kültürel sorgulama içine girebilmiştir. Türk aydını savaş sırasında ve sonrasında çektiği çileleri sorgulamaz. Ülkenin vaziyetinde sosyal durumun, kültürün hiçbir rolünü göremez. Bu yüzden Türk sanatçısı varoluşsal bir sancı çekmez. Onun sancısı olsa olsa memlekete dairdir, biraz politik, çok miktarda hamasidir. Hele hele bir şahsi sorgulama yok gibi bir şeydir. Savaş sonrası aydının durumunu daha iyi görmek isteyenler için en sevdiğim yönetmenlerden biri olan Leh yönetmen Wojciech Has'ın konunun muhteşem bir biçimde ele alınmış olduğu Wspólny Pokój (One Room Tenants) adlı filmini yine şiddetle öneriyorum.

Wspólny pokój filminden bir kare ve gerçek varoluş sancısı yaşayan Evropalılar. 

Film önerdikten sonra konumuza dönecek olursak. Peki Türk aydını neden bu konumdadır? Neden dünyanın her memleketinin, belli başlı bütün kültürlerinin ileri atıldığı ve dönüştüğü bir dönemde kendini ve camiasını kendi çizdiği doğrultuda dönüştürememiştir? Bunların sebeplerini Bir Tereddüdün Romanı'ndaki aydın çerçevesi içinde sıralayalım:

1- Görüyoruz ki Türk aydını öncelikle tembel ve bencildir. Anadolu köylüsü susuz topraklarını işleyerek, üç beş hayvanını otlatarak, vaktinin geri kalanını da bol bol ibadet ederek geçiredursun Türk aydını İstanbul'da salt lakırdılarla doldurduğu rakı masalarında zaman geçirmekte, gariban köylüyü yücelttikçe yüceltmektedir. İslam dininin çok köklü bir şekilde yayıldığı Anadolu'ya modern çağı getirmenin, onu dönüştürmenin zorluklarından dem vurarak 'aydının elinden ne gelir ki?' diye soranlar olacaktır elbet. Ama çok açıktır ki aydının görevi de aslında zor olandır. İki savaş arasında onlarca fikrin yeşerdiği İngiltere, Almanya ve Fransa'da da köylüler fena halde muhafazakardır, hatta batıl inançlar bile had safhadadır. Fakat batı aydını bunu bir engel olarak görmemiştir. Türkiye'de ise maalesef devrime bir amaç katacak ve toplumun bu amaca ulaşmasında yol gösterici olacak bir kararlı aydın kesimi oluşmamış, yine maalesef tüm görev bu böyle olacak diye emir vermekten ötesine geçemeyen askere ve politikacıya düşmüş, aslında memleketi ileri taşıyabilecek aydınlar için iyi kötü çok büyük bir fırsat anlamına gelen Atatürk devrimleri de kafaya takılan şapkayı, alfabeyi, takvimi vs. değiştirmekten öteye geçememiştir.

2- Türk aydını korkaktır. Evet, Türk aydını birçok şeyden korkmaktadır. Toplumun dininden, ülkenin yöneticilerinden, ordusundan, haliyle bir de hapse düşmekten korkmaktadır. Cumhuriyetin ilk zamanlarındaki bu korku aslında şu anki korkuyla benzerlik de göstermektedir. Fakat nasıl şu anki korkunun bu noktaya ulaşmasına memleketin aydınlarının ve orta sınıfının ta başından beri dura izleye, hiçbir şeye itiraz etmeden, en önemlisi de örgütlenmeden sadece tanıklık etmesi çok büyük katkıda bulunduysa o zamanlarda da aynı olmasa da benzer şeyler olmuştur. Bir yerden sonra da artık değişim ve dönüşüm için ne zaman ne de imkan kalmıştır.

3- Türk aydınının tereddüdü bomboş bir tereddüttür. Bu tereddüdü zorlarsak batının anksiyetesine benzetebiliriz ama bizim tereddüdümüz yeni fikirlere yol açmamış, eski fikirleri geliştirememiş, daha önce de dediğim gibi arafta mal mal beklememize yol açmışttır. Bir Tereddüdün Romanı'ndaki yazar klasik yaşam süren, bunun yanı sıra az çok mürekkep yalamışlığı da olan, yani doğuyu temsil eden Mualla ile oradan oraya gezen, eş değiştirmekte beis görmeyen, nerede duracağına karar veremeyen, sık sık hezeyanlara kapılan, histeriden kurtulamayan, yani batıyı temsil eden Vildan arasında tereddüt yaşamakta, sonunda ikisini de seçemeyip yalnızlığa mahkum olmakta, bunu da erdem saymaktadır. Romandaki Türk aydını, tıpkı batıdaki muadilleri gibi 'flaneur' tarzı bir yaşam benimsemiştir. Oysa bu şark flanörlüğünün içi bomboştur. Bir fikir çıkarmaz, bir değişime yol açmaz. İşte, aslında çok zararlı olan bu kararsızlık, amaçsızlık ve kuralsızlık hali Türk entelijansiyasının özeti gibidir. Yol açtığı şey ataletten başka hiçbir şey olamaz.

4- Türk aydını genel itibarıyla kadın düşmanıdır. Bu biraz ağır bir ifade gibi görünebilir. Peyami Safa'nın kendisi azılı bir mizojinik olduğu için belki de bu genellemenin yanlış olduğunu düşünenler olacaktır ama o dönemden bu döneme toplumun ve kadının bulunduğu konuma bakınca aslınca geneli itibariyle Türk entelijansiyasının kadını hiç de umursamadığını, Peyami Safa'dan öyle çok da farklı bir konumda durmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Romanı okuduğunuzda da göreceğiniz gibi kadın okuyacaksa bile vaktini evde geçirmesi gereken, eğer 'dışarı çıkan' bir kadınsa sadece gönül eğlendirmeye elverişli, bunu yaparken de toplumun gözlerinden sakınılması gereken bir varlıktır. Romanı okurken birçok yerde yazarın bir kadınla görüşmesi sırasında köşe bucak saklandığını, bir meyhaneye gidilecekse arka masalardan birini seçtiğini görünce şaşırdım, sonra da şaşırdığıma şaşırdım. Hele ki ecnebi kadın yazara göre en tehlikeli olanıdır. Mesela bir arkadaşıyla nişanlanan, sonra nişanı bile bozmadan başka bir ülkeye giden bir kadının ecnebi olduğuna 'yok yere' vurguda bulunmaktadır yazar. Günümüzde de en büyük ve en takdir edilesi politik mücadelelerden birini veren kadın özgürlük hareketinin dokunabildiği yerleri saymazsak, memlekette kadına yönelik tavır her zaman fena olmamış mıdır? Bu saçmalıklarla nüfusun yarısı pasifize edilmemiş midir? İlerlemenin önündeki en büyük engel aslında bu değil midir? 

Erkeğin kadına olan tavrına dair çok basit bir örnek vereyim ve bunun üzerinden yanıtsız bırakacağım birkaç soru sorayım: Türkiye'nin dahil olmasına üzülerek karşı çıktığım Erasmus programıyla bir yılını Avrupa'nın bir kentinde partilere katılarak, bol bol içerek ve sevişerek geçiren sıradan bir Türk erkeği memlekete dönünce nasıl bir hayat tarzına geri döner? Kadınlara bakış açısı ne ölçüde değişmiştir? En önemlisi de kendi memleketindeki kadına olan bakış açısı Avrupa'daki kadına olan bakış açısından ne derece ve neden farklıdır? Evet, soruyorum ve geri çekiliyorum.

Bu konuda daha çok yazardım ama bunu sonraya, başka bir kitaba bırakıyorum. Peyami Safa'nın benimsediği fikirlere katılmasam bile dilini, üslubunu, kullandığı anlatı yöntemlerini muhteşem buldum. Dönemi için bir hayli enteresan bir biçimi var kitabın. Karakterle birlikte bir kitap okuyoruz ve sonraki bölümde bu kitabın yazarı mevzuyu anlatmaya başlıyor. Peyami Safa bu işi çok iyi başarmış. Romanın ilk ve sonraki kısımları birbirinden biraz kopuk olsa dahi anlatının yoğunluğu ve akıcılığı sayesinde okur romandan kopmuyor, Safa da okurla bol bol tartışma imkanı buluyor.