9 Ekim 2018 Salı

Prag Mezarlığı - Umberto Eco


Eco Prag Mezarlığı'nda Hitler'in gerçekleştirdiği soykırımlara bahane olarak sunulan Siyon Protokolleri'nin ortaya çıkışını kendi hayal dünyası içerisinde, aynı zamanda karakterlerin ve yaşanan olayların gerçeğe dayalı olduğunu iddia ederek anlatıyor.

Umberto Eco'nun dâhi bir bilgin olduğunu, çok nadir rastlayabileceğimiz bir entelektüeliteye sahip olduğunu inkar edecek değilim. Fakat her ne kadar muazzam bir yeraltı Paris'i anlatısıyla başlamış olsa da ben bu kitabı Eco'nun kurgu eserlerinden Baudolino ve Gülün Adı'nı okumuş biri olarak beğenmedim.

Olayın kendisi zaten karman çorman. Sahte belgeler, işin içine dalan Cizvitler, rahipler, Yahudiler, satanistler, batıni tarikatlar ve onlarcası. Bunun üstüne bir de Eco güvenilmez bir anlatıcı kullanıyor, baş karakterin kişilik bölünmesi yaşadığından şüphe etmemize, fakat tam olarak emin olmamamıza yol açıyor. Buraya kadar fikir az çok güzel ilerliyor aslında. Fakat makineli tüfek gibi okurun suratına çarpan yüzlerce ve hatta binlerce bilgi ana izleği kaçırmamıza yol açıyor. Kim kimdi, ne neredeydi diye düşünürken Paris'te bir lokantanın müdavimlerine, Napolyon'un savaşlarına, karakterin Alexander Dumas'yla görüşmesine, Yahudiler'in kişisel özelliklerine, hangi sokakta neyin olduğuna, kimin hangi köyde domuzu neyle pişirdiğine, hipnozun etkilerine dair bir sürü bilgiye, onlarca alt ve üst metne, göndermeye, sembole, disiplinler arası atışmalara, şuna buna boğuluyoruz. Haliyle olay örgüsü kayboluyor ve zevkli görünen bunca şey bir araya gelip eziyete dönüşüyor. 

Bilge tavırlı yazarları severim ama anlatmak istediğini öz anlatanlar tercihimdir. Bütün bu enteresan bilgileri bir romana sıkıştırmak o romanı "daha iyi yazılmış ve daha edebi" bir Da Vinci Şifresi muadiline çevirmekten başka bir şeye hizmet etmiyor.  

Ayrıca kitaptaki karakter gelişimi de beni içine alamadı. Aslında Eco'nun muhteşem bir karakter fikri varmış aklında gibi görünüyor. Tamamen haysiyetsiz bir adam, para ve ikbal için yakın durduğu herkesi satabilecek, bambaşka insanlara yakınlaşabilecek, cinsel ilişkileri hor gören, ayrıyeten kadın düşmanı, Yahudiler'den, Cizvitlerden, Araplar'dan, Fransızlar'dan, daha doğrusu her türlüsünden nefret eden, dünyadaki en yüce zevkin yemek yemek olduğuna inanan bir gurme, bir sahte belgeci. Fakat Eco'nun işin içine attığı bu bölünmüş karakter, anlatının daldan dala konması, karakterin dümdüz bir tavırla ilerlemesi, başına gelen birtakım olayları inandırıcıklık boyutlarını aşarak çözmesi, onca kirli işten kitabın sadece bir veya iki yerinde korku duyması onu maalesef geliştiremiyor. İşte sırf bu yüzden kitabın ilk bölümüne ikinci, üçüncü ve ardı sıra gelen diğer bölümler hiçbir şey katmamış oluyor. İlk bölümü okuyup kitabı bırakmamız halinde alacağımız zevk bütün kitabı okumakla alacağız zevke eşdeğer. Üstelik benim için kitapta çatışma niteliği taşıyan tek yer de kitabın son on sayfasında. İşte, sırf o ufak çatışma için Eco'nun beynimize türlü safsatalarla saldırısına katlanmak zorunda kalıyoruz ve kitap kocaman bir bekleyişe dönüşüyor. Eco yirmi sayfalık öyküyü üniversitede derslerinde, İtalya'nın şık restoranlarında dost toplantılarında anlatacağı anektodal zımbırtılarla üç yüz küsur sayfaya çekiyor. 

Çevirmenin hakkını verelim. Kitabın çevirmeni Eren Yücesan Cendey iyi iş çıkarmış. Başka türlü çekilmezdi. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder