4 Ekim 2018 Perşembe

Flaubert'in Papağanı - Julian Barnes

Çalıştığım okulun küçük kitaplığında  Leh klasikleri, dünya klasiklerinin Lehçe'ye çevirileri, kısaltılmış İngilizce kitaplar ve onlarca gezi rehberi arasında ilk baskı tarihi 1984 olan Flaubert'in Papağanı'nın 1985'te yapılmış baskısını görünce hemen çantama attım. Hayır çalmadım, geri götüreceğim. Okuma listeme dahil etmeyi hiç düşünmediğim, konusunu, biçimini, türünü hiç bilmediğim bu kitabı okumaya bir ders arasında, okulda başladım. Kitap beni hemen olmasa da içine çekmeyi başardı. Fakat şunu belirtmeliyim ki bir kitabın okuru içine çekmesi büyük bir başarıdır ama çok başarılı bir eser olduğu anlamına gelmez. Flaubert'in Papağanı da benim gözümde böyle bir kitap.

Bunun benim Julian Barnes'la kurduğum yazar-okur ilişkisiyle alakası olabilir. Daha önce kendisinin Sense of an Ending (Bir Son Duygusu) kitabını okumuş, okurken, eh diyelim, az çok zevk almış, aradan zaman geçince bu kitaba dair her şeyi unutmuştum. Ama her şeyi! Okuduğum birkaç Barnes öyküsünde de aynı şeyi yaşadım. Okurken iyiydi, hoştu ama şimdi uğraşınca okuduğum öykülerin isimlerini bile hatırlayamıyorum. Öyleyse bu demek oluyor ki Barnes benim için pek de etkileyici bir yazar değil. Seveni çoktur muhtemelen ama bana öyle geliyor ki Barnes roman ve öykü biçimini en küçük ayrıntılarına kadar bir bilim insanı gibi biliyor ve ustaca kullanıyor. Ama eksik olan ruh. Barnes'ın ruhu bana yaramıyor. Her şey güzel, her şey var, ama ruh yok işte, ne yaparsın! 

Flaubert'in Papağanı da böyle bir kitap. Garip bir biçimi var öncelikli olarak. Barnes ustalık ve birikim gerektiren bir şeye girişmiş. Kitap biyografi değil, roman değil, edebi kuram kitabı da değil. Ama aynı zamanda bunların hepsi. Kitabın başkarakteri emekli doktor bir İngiliz memleketinden Fransa'nın Normandiya bölgesine seyahate çıkıp Flaubert'in geçmişinden izler tarıyor ve bu sayede realizmin öncüsü sayılan bu modernist yazarın biyografisini okumuş oluyoruz. Doktorumuzun edebiyata ve özellikle de Flaubert'e olan ilgisi yüzeysel değil. Bu yüzden onunla birlikte edebiyat üzerine de kafa yoruyoruz. Kitapta bütün bunlar gerçekleşirken art alanda doktorun da aslında Flaubert'in ilk ve en bilinen eseri Madam Bovary ile arasında bir köprünün olduğunu anladığımız bir öz hikayesinin olduğunu görüyoruz. Barnes bütün bu bahsettiğim şeyleri belli bir plan çerçevesinde ustaca yürütüyor fakat kitabın kurgu boyutunun içerisinde okurda 'pathos'a yol açacak sert bir olay veya duygu yaşanmadığı için de biraz sönük ve ruhsuz kalıyor. Az evvel söylediğim Madam Bovary ile kendi hayatı arasındaki ilişki öyle çok da tahmin edilemeyecek bir şey olmadığı için bu da bizi çok şaşırtmıyor. Barnes bu durumu başarılı bir dille aktarıyor, orada hiçbir şekilde sırıtmıyor, o kadar. Böylelikle biz de Flaubert'in deli dolu yaşamıyla yetinip bu hayatı araştıran doktora da 'he he aferin' diyerek kitabı bitirmiş oluyoruz. Flaubert'in deli dolu yaşamını da Barnes bize sadece aktarmış oluyor, sonuçta o hayatı yaşayan Flaubert'in kendisiydi ve Barnes da bunu öyle çok istisnai bir şekilde ele alıp anlatmadı. Yapacak bir şey yok. 

Barnes edebiyattan çok anladığı için kitabın içine bir de aslında bütün edebiyatın nesnesi olan dünyayı, yani maddeyi temsil edecek ve böylece kuram incelemesiyle kurguyu bir araya getirebilecek bir 'şey' koymuş: papağan. Papağanı anladığınız ölçüde edebiyatı ve edebiyat eserini de anlayabiliyorsunuz. Doktor, Normandiya'daki Rouen şehrini gezerken Flaubert'in 'Un Coeur Simple' kitabındaki Lulu adlı papağanı tasvir etmek için bir müzeden ödünç aldığı doldurulmuş papağana iki yerde rastlar. Bu iki kurum da Flaubert'in gerçek papağanının kendilerinde olduğunu iddia etmektedir. Vesaire. Peki gerçek papağan hangisidir? Belki ikisi de sahtedir. Bunun bir önemi var mıdır? Bütün bu sorular okura gerçeklik olgusunu, biraz da detaylı düşününce Flaubert'in realizmi nasıl algıladığını ve buna nasıl öncülük ettiğini hatırlatıyor. Gerçek nedir? Kime göre değişir? Gerçeğin asıl sahibi kimdir? Gerçek gerçek ve edebi gerçek ayrı şeyler midir? Bunları burada tartışmayacağım. Flaubert ve Barnes okuyanlar kendi aralarında tartışabilir. 

Ruhtan yoksun olduğunu söylediğim bu kitapta son derece ilginç yerler de yok değil. Özellikle edebiyat üzerine hoşsohbet bir dille kurulan düşünce ağlarını çok sevdim. Örneğin başkarakterin (belki de Barnes'ın iç sesinin) bir edebiyat diktatörü olsaydı insanlara neler ve kimler hakkında roman yazmayı yasaklayacağını sıraladığı liste gerçekten etkileyiciydi. 

Ben kitabın İngilizce aslını okuduğum için Türkçe çevirisinin nasıl olduğunu bilmiyorum. Kitap satışı yapan bir sitede okuduğum ilk beş sayfası hiç fena değildi ama hepsini okumadığım için kesin bir şey söyleyemem. 

Nihayetinde Flaubert'in Papağanı kötü diyemeyeceğim, ama güvenerek de  öneremeyeceğim bir kitap. Flaubert'e ilgisi olan veya edebiyat incelemesiyle bir kurgu nasıl harmanlanır görmek isteyenlerin kaçırmamasında yarar var tabii. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder