28 Ağustos 2018 Salı

Yaşlı Ormanın Gizemi - Dino Buzzati

Daha önce Tatar Çölü ve Öylesine Bir Aşk adlı romanlarını okuduğum ve yavaş ritmi içindeki derin insani ve edebi ruhu çok beğendiğim İtalyan yazar Dino Buzzati'nin bu sefer de Yaşlı Ormanın Gizemi adlı romanını okudum. Bu kısa roman edebiyatın, özellikle de roman türünün cıvıl cıvıl parladığı, çok başarılı eserlerin üretildiği bir dönemde, interwar adı verilen iki dünya savaşı arasında, 1935 tarihinde yayımlanmış.

Yaşlı Ormanın Gizemi bir roman olarak kısa olsa da uzun uzun anlatılmış bir masal gibi. Buzzati masalcılık görevini layıkıyla yerine getiriyor. Dinleyici kitlesinin içerisinde hem iyi hem kötü, hem zeyrek hem de saf çocukların olduğu bilinciyle hikayesini türlü türlü yollarla anlatıyor, fazla riske girmiyor, zaten kendisi hoşgörüyü, iyiliği ve kardeşliği ana tema olarak kullandığı, kuşların konuştuğu, rüzgarların bile birer kişiliğinin ve isminin olduğu, orman cinlerinin sen ben gibi takıldığı bir öykü anlattığı için zeyrek dinleyici yanındaki saf dinleyiciye gıcık olmuyor, beklentilerini göklere çıkarmıyor, bu güzel anlatıdan keyif almakla yetiniyor. Bu yüzden kimsenin canı sıkılmış, keyfi kaçmış olmuyor. Biz küçük çocuklar Dino amcanın anlattığı bu hikayeyi uslu uslu dinlerken muhteşem sonla büyüleniyoruz.

Romanın hikayesi son derece klasik. Ordudaki görevini bırakıp ağabeyinden ona miras kalan ormandaki büyük çiftlikte yaşamaya başlayan Albay Procolo yaşlı ormanın ağaçlarını kesip satmaya, orman cinlerini işçi olarak sömürmeye, hayvanlara eziyet etmeye, yaşı geldiğinde ormanın asıl mirasçısı olabilecek yeğeni Benvenuto'yu ortadan kaldırma planlarını gerçekleştirmek için de bir tetikçi olarak rüzgar Matteo'yu kullanmaya başlar. Romanın ana teması iyi ile kötünün savaşıdır. Ormandaki iyiliği temsil eden Benvenuto (ismi bile hoşgeldin veya hoşgelen anlamlarına gelir) ile bir nevi kötülüğün sembolü olan eski disiplinli asker, yeni çıkarcı tüccar Procolo arasındaki ilişkide iyilik son derece pasif durumdadır. Çünkü saftır, kan bağı taşıdığı kötülüğün onun başına bela açacağı aklına bile gelmemekte, kendi hayatını yaşamaya, kendinden güçlü arkadaşları gibi karlı bayırlarda kızakla daha iyi kaymayı öğrenmeye çalışmakta, doğayla daha çok iç içe geçmenin yolunu aramakta, yani çocukluğunu sürdürmektedir. İyiliğin bir diğer temsili olan yaşlı orman da yaşlı olmasına rağmen böyledir, çocuk ruhludur. Asırlar boyunca huzur içinde varlığını sürdürmüş, albayın ağabeyinin koruyuculuğuyla (ve hizmetleriyle) kötülüğü sadece kopan fırtınalarda görmüştür, başka bir şey ummamaktadır. Birdenbire başgösteren ve bütün dengeleri bozan bu kötülük insan eseridir, yenidir, moderndir, makinelerle donanmıştır, kirli emellerini gerçekleştirebilmek adına doğanın içinde 'doğaya özgü' olmayan yöntemleri, birini bir diğerine kırdırtmayı, yalanı dolanı, iftirayı kullanmaktadır. Bu sırada, arka planda iyiliğin büyüyüşünü, her seferinde tökezleyip düşse de bir şekilde çaba göstererek yolunu buluşunu izleriz. Çocuk Benvenuto'nun büyümesi ve olgunlaşması bir bakıma iyiliğin de ortadan kalkmasa bile saflığından, gözü kapalılığından kurtulmasını göstermektedir. Bu yönüyle bir masalın gerektirdiği derecede hüzünlü ve iyimserdir de roman. İyilik büyüyecektir elbette, ama saf kalmayacaktır. Kendinden çok şey kaybedecektir, bununla beraber varlığına kast edenlere artık höt demeyi de öğrenecektir. Romanın pek de kapalı olmayan ana temasını Procolo'nun tetikçisi, kötü şöhretli rüzgar Matteo büyümekte olan çocuk Benvenuto'ya yine açık açık söylemektedir:

"...Bununla birlikte büyük bir engeldir büyümek. Genellikle insanın başına uykusunda gelir. Evet, sanırım bu defa büyüme sırası senin. Yarın çok daha güçlü olacaksın, senin için yeni bir hayat başlayacak, ama sen pek çok şeyi anlamayacaksın: seninle konuştuklarında bile, ne ağaçları ne kuşları ne nehirleri ne de rüzgarları anlayacaksın." 

İlk paragrafta beyhude yere inter war döneminden söz etmedim. Saf okuyucu okuyup eğlenirken zeyrek okuyucu romandaki kaçınılmaz olan, yazarın da hiç mübalağaya kaçmadan, son derece ayarında yedirdiği politik iklimi fark ediyor. Yaşlı orman bütün saflığı ve güzelliğiyle dünyaysa Procolo da çıkarları için dünyayı savaşa iten çılgın ideolojileri ve politikacıları hatırlatıyor. Romandaki kurgusal değişim ve karakter dönüşümleri dünyadaki gerçek, elle tutulur politik ve sosyal değişimlerin birer temsili gibi. Yukarıda anlattığım, büyüme, değişim, iyilik ve kötülüğün mücadelesi sembolik manalarla iki dünya savaşına kolaylıkla taşınabilir. Bu bakımdan Buzzati savaşın pisliğinden bitap düşmüş dünya insanına biraz da umudunu diri tutmasını telkin ediyor.

Kitapta orman o kadar güzel bir atmosfer içinde anlatılmış ki bozkırın ve kel tepelerin yoğunlukta olduğu bir coğrafyada doğmuş, büyümüş, sonra hayatın cilvesiyle bir orman ülkesine taşınmış şahsımı çok derinden etkiledi. Biter bitmez ormana koşmama sebep oldu. Binbir hayvan sesinin, milyonlarca rengin deniz gibi aktığı o yaşlı kuzey ormanları. Yavaş ritmi, usul usul akan dili ve gerçekten muhteşem sonuyla Yaşlı Ormanın Gizemi çok iyi bir roman. Romanın İtalyanca aslını ve Türkçe çevirisini eş zamanlı olarak okumaya çalıştım. Timaş Yayınları ve çevirmen Yelda Gürlek gayet başarılı bir iş çıkarmış diyebilirim. Vaat ettiğini bana versin, yormasın, güzel vakit geçirip edebi hazlar da alayım diyen herkese rahatlıkla ve hatta ısrarla öneriyorum. 

25 Ağustos 2018 Cumartesi

Deliliğin Dağlarında - H.P. Lovecraft

Aşırı derecede abartılmış bir başka kitapla yine karşınızdayım sevgili Okulsuz Okumalar okurları. Aşırı derecede abartılmış diyorum ama yine de edebiyat seven insanların bir kere de olsa bu kitabı okumaya zaman ayırması gerektiğini düşünüyorum. Deliliğin Dağlarında benim için böyle bir kitap, sebeplerine değineyim. 

Öncelikle Lovecraft'ın hayatından çok kısaca bahsedeyim. Babasının anlattığı korku öyküyleriyle büyümüş, sonra babasını kaybetmiş. Annesi de akıl hastanesine yatınca iyiden iyiye yalnız kalmış ve kendini yazmaya vermiş. Peki ne yazmış bu soyadı çok güzel adam? 

Bu soru uzun süredir kafamda olduğu için bu ilginç şahsın en büyük işim dediği Deliliğin Dağlarında kitabını okudum. Kitap bilimsel bir araştırma için Antarktika'ya giden bir grup bilim adamının başından geçenleri, daha doğrusu başından geçmeyenleri anlatıyor. Başkarakter Dyer ve arkadaşı Danforth kendilerinden önce bölgeye giden ekibin çağlar önce orada yaşamış sonra hayata geri dönmüş varlıklar tarafından katledildiğini fark eder, çok korkar, dehşete düşer vs. Çok korkar, dehşete düşer diyorum çünkü kitabın tamamı dünya üzerinde gerçek bir bölgenin, yani Antarktika'nın Lovecraft'ın tamamen mabadından uydurduğu coğrafi özelliklerinin bitmek bilmez tasvirleri ve bütün bunlardan çok korkmak üzerine şekillenmiş. Lovecraft coğrafyadan bahsediyor (Himalaya'dan daha yüksek dağlar? Dağların üzerinde kale gibi yapılar?), orada yaşamış canlıların bedensel özelliklerinden bahsediyor, fakat korkunç olandan, neden korkutucu olduğunu anlatmaktan titizlikle imtina ediyor, böylece güya insanın en çok korktuğu şeyin bilinmezin ta kendisi olduğu mesajını veriyor. Ama anlıyoruz ki kendisinin de aslında bir bok bildiği yok. Yani adamdaki düpedüz manyaklık ve de psikopatlık. 

Aslında okuyucuyu olayın içine çekmeye çok elverişli bir girişi var Deliliğin Dağlarında'nın: "Anlatmam gereken gerçeklerden kaçınılmaz olarak kuşku duyulacak; yine de eğer mantıksız ve inanılmaz gözüken şeyleri çıkaracak olsaydım geriye hiçbir şey kalmazdı." Evet gerçekten de merak ediyoruz. Anlat hele ne oldu, diyoruz. Sonra Lovecraft çoğunlukla sıkan mekan tasvirlerinin arasında anlattıkça anlatıyor:  "O kadar korkunçtu ki gözlerimize inanamadık." "Öylesine mide bulandırıcı ve dehşet vericiydi ki dilimizi yutacak gibi olduk." "Danforth'un öyle delice bir feryada ne gibi bir son dehşetin sebep olduğunu bana anlatmayı reddettiğini size söylemiştim." Evet söylemiştin, biz de kitap boyunca var olan dehşetin ne olduğunu öğrenememiştik. Manyak mısın sen? Şöyle bir kendine gelip, bi' su içip anlatsana! Ne oldu, ne bitti? Neydi bütün bunlar? Soruların hiçbir cevabı yok. Lovecraft bunu okuyucuya bırakıyor. Saf olan okuyucu da bundan, yani bilinmezden ürkebiliyor. Ben şahsen ürkmüyorum, ürkene de pek saygı duymuyorm. İnternetin ve televizyonun henüz icat edilmediği bir çağda, iki üç yüzyıl önceki gravürlere, gotik resimlere bakarak altına sıçan, hiçbir şey bilmeyen ve sırf cehaletinden her şeyi ama her şeyi korkunç bulan ve bunlardan leş hikayeler üreten, en azından Lem'in yaptığı gibi felsefi bir boyut katabileceği hikayeyi Arap Abdül El Hazret'in Nekronomikon'undan, Ktulu'dan "korkma"ya indirgeyen bir adamın da en fazla bunu yapabilmesi beklenir zaten. Lovecraft'ın bu kitabı yazıp bitirene kadar kaç don kirlettiğini merak etmiyor değilim. 

Neden okunması gerektiğine gelince... Deliliğin Dağlarında tam da okunmamasını gerektirdiği sebeplerinden ötürü okunmayı hak ediyor. Yukarıda anlattığım durumlar korku edebiyatından, fantastik-bilim kurgu içerikli metinlerden hoşlanan okurların ilgisini çekebilir, yazarın pek de sağlıklı olmayan zihnine şöyle bir bakış atmasına, öylesine kötü olduğu için iyiye dönüşen bir eser okumasına sebep olabilir. 

Not: Bu arada Barış E. Alkım adlı vatandaşın çevirisi gerçekten çok kötü. İnternette kimdir, necidir diye bir araştırayım dedim. Lovecraft'ı çevirmek üzerine tez bile yazmış, onlarca çevirisi olan biriymiş. Ama gerçekten de kötü, dümdüz, makine gibi, Türkçeleşmemiş bir metindi okuduğum. Hayret. Gerçekten hayret. 

24 Ağustos 2018 Cuma

Bülbülü Öldürmek - Harper Lee

İçindeki bütün karakterlerin okura ibretlik dersler vermek için toplandığı kitapları sevmiyorum, sevemiyorum. Politik bir meseleyi sığ bir şekilde, insanın gözünün içine soka soka anlatan kitaplar bu hataya düşüyor. Daha önceki yazılarımdan birinde bahsettiğim Murat Özyaşar da Kürt sorunu ile ilgili bu yanlışı yapıyor. Elbette ki Özyaşar ve Lee çok ayrı kulvardalar - ve evet, şimdi burada, ömrüm boyunca bir daha Özyaşar'dan bahsetmeyeceğime dair kendime yemin ediyorum - fakat Lee'nin Bülbülü Öldürmek'teki tavrı da az bayağı değil. 

Kitabın Amerika'da bu kadar rağbet görmesinin sebebi kritik bir politik iklim içerisinde cesaret gerektiren mevzulardan, siyahlara karşı ayrımcılıktan, toplumsal adaletin yokluğundan bahsetmesi olmalı. Kitap öylesine naif, öylesine idealist ki her cümlede naifliğin, idealistliğin dünyadaki en büyük ve en önemli erdemler olduğunu okuyoruz. Amerikan rüyasının mümkün bir rüya olarak görüldüğü, birçok Amerikalı aydının dahi Amerika'nın zulmettiği yegane grup güya siyahlarmış, bu sorun çözülse geriye hiçbir sıkıntı kalmayacakmış gibi at gözlükleriyle tavır aldığı zamanları düşününce bu kitabın çok sevilmesine şaşıramıyoruz. Yazar saflığı, iyiye olan inancı o kadar yüceltiyor ki adaletsizliğin, ayrımcılığın kötü oluşunu bile gözlerden kaçırıyor, oldu bittiye getiriyor. Haksız yere suçlanan bir siyahi ve onu kurtarmaya çalışan beyaz bir avukat. Bizse bu hikayeye beyazların (avukatın küçük kızı Scout ve ailesinin) gözlerinden tanık oluyoruz. Siyahi adam sadece mahkemede birkaç cümleyle konuşuyor. Siyaha hakkını aramayı hatırlatma yine beyaza düşüyor. Büyük talihsizlik. 

Bülbülü Öldürmek'te karakterler yüzeysel, adeta tek boyutlu, karikatürize. Bir çağ öncesinde yaratılmış Dickens karakterleri gibi. Evin siyahi hizmetçisi gayet usturuplu, hamarat ve çocuklara büyük sevgi gösteriyor. Başkarakter Scout çok bilmiş bir çocuk. Avukat olan babası Atticus iyi ve fedakar bir baba, bilge bir avukat. İftira kurbanı Tom Robinson da kader kurbanı, namuslu bir adam. Yani her şey ve herkes 'siyah ve beyaz'. Amerikan edebiyatından Huckleberry Finn gibi, Tom Sawyer gibi, Catcher in the Rye gibi sevdiğim gençlik romanlarının aksine Bülbülü Öldürmek'te karakter değişiminden ya da en azından karakterlerin böyle bir dert ediniyor oluşlarından bile eser yok. Dünya değişiyor ama bu kitabın karakterleri aynı, dümdüz, tekdüze kalıyor. Okunmasa, filmi izlenip geçilse de olur.   

22 Ağustos 2018 Çarşamba

The Long Walk - Stephen King (Richard Bachman)


Stephen King normal bir insan değil, olamaz. Alkolik olduğu özel hayatıyla ilgili çokça bilinen şeylerden biri. Hele ki normal bir yazar hiç değil. Olağanüstü üretkenliğini - iyi ya da kötü - salt para kazanma isteğine bağlamak doğru olmaz. Çekirdek çitler gibi hikayeler üretip bunların üzerine koca koca romanlar döşüyorsa o yazarda illa ki sıradışı bir kabiliyet vardır. Bu hikaye gözünden ateş çıkaran bir velet, paralel evrenler arasında geçiş yapan bir başka velet, insanların iradelerini ele geçiren bir otomobil, çocuk avlayan bir palyaço, boş bir otele kapanıp kafayı sıyıran bir yazar gibi hem uçuk hem de bayağı görünen karakterler ve durumlar merkezinde yol alıyor olsa ve yazarın yaptığı şeyin edebiyat olup olmadığı bile tartışmaya açık olsa dahi King'in edindiği yazarlık tavrı benim gözümde çok saygı duyulası. Böylesi bir üretkenlik ve hayal dünyası benim için çok imrenilesi.

Bir de edebi ve kültürel yetişme sürecimde King'in bende özel bir yeri var, o ayrı. İlk King romanımı on on bir yaşlarımdayken okumuştum. Gidip kendi satın aldığım bir kitap değildi elbette. Kitabı ısrarla elime tutuşturan benden bir büyük biraderime ondan bir büyük biraderimizin hediye ettiği, kitaplıkta duran tuğla gibi bir kitaptı. Okuduğum ilk romanlardan biri olan Tılsım (The Talisman) adlı bu roman (belki bir gün bu kitabı bir kez daha okuyup üzerine uzun uzun yazarım) ufak ve bakir zihnimi dünyalar arasında seyahatlere çıkardı, kalbimin her seferinde küt küt atmasına sebep oldu. Bu yüzden kitap okumayı Tılsım'la sevdiğimi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Ondan sonra, kaliteli ve üstün sayabileceğimiz edebiyata geçmeden önce, ilk ergenlik zamanlarımı King'in diğer kitaplarını okuyarak geçirdim. (Hearts in Atlantis, Christine, The Mist bir genç için muhteşem kitaplardır mesela.) Hayatımın bu zamanlarında King okumuş olduğum için kendimi şanslı sayıyorum. Sonra soğudum, araya Dosto, Joyce, Proust vs. girdi. King okumayı pat diye kestim. 

Okuduğum son King kitabının ardından geçen on küsur yıldan sonra bu yaz elime 1979'da yayınlanmış olan The Long Walk'u aldım. Richard Bachman müstearıyla yazdığı bu kitabın önsözünde King bu takma adı kullanarak yazdığı kitaplarda daha serbestçe acımasız (veya terbiyesiz ) davranabildiğini söylüyor. Fakat bu önsözdeki genel tavrından aslında insanların ismine mi yoksa kitaplarına mı para verdiğini anlamaya çalıştığını da birazcık hissedebiliyoruz. 

The Long Walk tam olarak kestiremediğimiz bir zamanda (belki gelecek, belki geçmiş), çok otoriter ve totaliter bir ABD'de geçiyor. Her sene düzenlenen uzun bir yürüyüşte yaşları on sekizin altında yüz genç erkek ülkenin kuzeyindeki Maine'den başlayıp yürüyorlar. Durmadan. Gece gündüz. Günlerce. Durdukları, oyalandıkları, fazla tökezledikleri takdirde uyarı alan her yürüyücü üç uyarıdan sonra yürümeye devam edemezse onlara eşlik eden özel eğitimli askerler tarafından öldürülüyor. Her uyarı birer saat sonra sıfırlanabiliyor. Gençler yürürken uyuklamak, işemek ve hatta sıçmak zorunda kalıyorlar. Açlık, yorgunluk, sıcak, soğuk, yağmur, rüzgar, yaralar bereler de cabası. Yürüyüş en sonda sadece bir yürüyücü - yani galip - kalana kadar devam ediyor. Yarışmacılar yürüyüşe katılmaya zorlanmıyor, katılımın tamamen gönüllülükle işlediği bir yarışma bu. Ödülün ne olduğu pek de belli değil, üstü kapalı bir şekilde kazananın dilediği her şeyin gerçekleştirileceği söyleniyor. 

Böylesi bir yarışmanın amacından, neye hizmet ettiğinden, bu genç insanların neden böyle bir yürüyüşe katılmaya gönüllü olduklarından ve King'in neden böyle bir konu seçtiğinden bahsetmeden önce distopik romanları atmosferik bakımdan seven fakat edindikleri politik dertleri yerine ulaştırmada ve politik tespitlerinin geçerliliğinde/faydasında her zaman çok da başarılı olmadıklarını düşünen bir okur olan şahsım için bu romanın sıradan bir distopik roman olmadığını söylemeliyim. Mesela 1984'te, Cesur Yeni Dünya'da, Mülksüzler'de ve hatta Hayvan Çiftliği'nde yepyeni ve bambaşka birer dünya vardır gözümüzün önündeki sayfalarda ve biz kaba tabirle bu yeni dünyalara bakarak kendi dünyamızın şu anını (veya yakın geleceğini) düşünür, endişelenir, ibret alır, dehşete düşeriz. Belki bir gün her yerde bizi izleyen kameralar olacaktır, belki şu an dünyadaki en yaygın yönetim şekli olan demokrasi halihazırda bir aldatmacadan ibarettir, belki makinalar bizi esir alacaktır, belki de biz bu makinalara kendimizi bile isteye esir edeceğizdir. The Long Walk'ta ise bunların tam tersine açıkça gösterilen distopik ve karanlık bir dünya yoktur. Bir iki cümleden ülkenin totaliter bir yapıda olduğunu anlarız sadece. Yani kitaptaki ABD'nin vaziyetinin şu an dünyadaki ülkelerin çoğunluğundan (dünyadaki ülkelerin büyük çoğunluğunun şu an berbat durumda olduğunu rahatlıkla dile getirebileceğimize göre) daha kötü olup olmadığı belli değildir. Bu haliyle King'in yarattığı şey bir mikro distopya durumudur. Yürüyüşün kendisi bir distopyadır. Konu olarak en çok yakın görebileceğimiz Battle Royale ve Hunger Games'in veya herhangi bir 'teenslasher' filmin aksine ortada yarışmacılar arasında fiziksel temelli bir çekişme de yoktur. Uzun Yürüyüş'te yarışmacılar arasındaki savaş olsa olsa psikolojik bir savaştır. Yarışmacıların iradeleri ve acıya dayanma güçleri test edilmektedir. Siyasi bir arka plan görülmez, makinalar dünyayı ele geçirmemiştir, yarışmayı düzenlediğini bildiğimiz fakat siyasi etki gücünün tam olarak ne derece büyük olduğunu anlayamadığımız The Major (Binbaşı) karakteri dışında bir diktatör yoktur, kapalı kapılar arasında ateşlenen bir devrim umudu söz konusu değildir. Elimizde sadece yüz genç vardır ve bu gençlerin doksan dokuzu ölecektir. Bütün bildiğimiz bunlarla sınırlıdır.Peki bunca genç neden hayatlarının en deli dolu zamanlarını doksan dokuz kişinin öleceği bir yarışma için feda etmektedir? Gençliğin verdiği aptallıktan mı? Gizli ölüm isteğinden mi? Yüz kişi içindeki seçilmiş bir kişi olma ihtimalinin verdiği coşkunluk duygusundan mı? Peki ya yürüyüş devam ederken yol kenarlarında yarışmacıları bekleyen, bu sırada çoluk çocukla piknik yapan, tezahürat eden halka ne demeli? Bu psikolojinin ardındaki motivasyon nedir? Aklımıza onlarca şey gelse de kesin bir şey söyleyemiyoruz. Kahraman ihtiyacı mı? Kurban vermenin yarattığı tatmin olma duygusu mu? Her şey olabilir, hiçbir şey de. İşte bu yüzden mevzunun içindeki bu aşırı derecede yalın durum okurun kendini karakterler arasındaki  şahane diyebileceğim diyaloglara, başkarakterin kendi içindeki monologlarına kaptırmasına, en hassas ve en insani okur damarını yazara teslim etmesine, hatta diyebilirim ki yarışmacılarla birlikte tamamen kurgusal bir yürüyüşe çıkmasına yol açmaktadır. Benim gözümde yaptığı bu seçimlerden ötürü King bu kitaptan önceki ve sonraki  distopya romanlarından keskince ayrılıyor ve büyük bir iş başarmış oluyor. 

Okur bütün bunları Ray Garraty adlı başkarakterin gözlemleri, iç konuşmaları ve diğer yarışmacılarla girdiği diyaloglarla birlikte soruyor. Okurun aklını kurcalayan sorulara verilecek cevaplar ne kadar sonsuz derecede ucu açıksa Ray Garraty'nin başkarakterliği de o kadar müphem. Şöyle bir bakıldığında onu diğer yarışmacılardan ayıran pek de bir özelliği yok. Tek farkı yarışmanın başladığı yer olan Maine çocuğu olması ve yol boyunca halktan destek görmesi. Bunun dışında iç çatışmaları, istekleri, saçmalıkları, yorgunluğu, yürüyüş sırasında bile musallat olan şehevi gençlik arzularıyla diğer yarışmacılardan hiçbir farkı yok. Birbirinden çok ayrı karakterlere sahip fakat yürüyüş içerisinde vasıfları aslında birbirinin aynı olan bu gençleri anlatırken King'in odaklandığı Garraty'yi diğerlerinden çok da ayrı tutmaması adeta reality showların, sosyal medyanın, interneti saran vahşet videolarının, kafa kesen, insan yakan işidçi görüntülerinin içinde yaşamakta olan normal okuru da birey olarak 'ahir zamanın' yarattığı baskı, vahşet ve sömürü ortamı içinde aslında pek de önem arz etmiyor oluşunun farkına varmaya itiyor.

The Long Walk yavaşça ilerleyerek okuyucuyu sıkı sıkı saran, elbette ki herkese öneremeyeceğim harika bir roman. Ben İngilizce aslını okudum. Kitap Türkçe'de Altın Kitaplar tarafından Azrail Koşuyor adlı kitabın içinde Uzun Yürüyüş adıyla yayınlanmış.