9 Ekim 2018 Salı

Prag Mezarlığı - Umberto Eco


Eco Prag Mezarlığı'nda Hitler'in gerçekleştirdiği soykırımlara bahane olarak sunulan Siyon Protokolleri'nin ortaya çıkışını kendi hayal dünyası içerisinde, aynı zamanda karakterlerin ve yaşanan olayların gerçeğe dayalı olduğunu iddia ederek anlatıyor.

Umberto Eco'nun dâhi bir bilgin olduğunu, çok nadir rastlayabileceğimiz bir entelektüeliteye sahip olduğunu inkar edecek değilim. Fakat her ne kadar muazzam bir yeraltı Paris'i anlatısıyla başlamış olsa da ben bu kitabı Eco'nun kurgu eserlerinden Baudolino ve Gülün Adı'nı okumuş biri olarak beğenmedim.

Olayın kendisi zaten karman çorman. Sahte belgeler, işin içine dalan Cizvitler, rahipler, Yahudiler, satanistler, batıni tarikatlar ve onlarcası. Bunun üstüne bir de Eco güvenilmez bir anlatıcı kullanıyor, baş karakterin kişilik bölünmesi yaşadığından şüphe etmemize, fakat tam olarak emin olmamamıza yol açıyor. Buraya kadar fikir az çok güzel ilerliyor aslında. Fakat makineli tüfek gibi okurun suratına çarpan yüzlerce ve hatta binlerce bilgi ana izleği kaçırmamıza yol açıyor. Kim kimdi, ne neredeydi diye düşünürken Paris'te bir lokantanın müdavimlerine, Napolyon'un savaşlarına, karakterin Alexander Dumas'yla görüşmesine, Yahudiler'in kişisel özelliklerine, hangi sokakta neyin olduğuna, kimin hangi köyde domuzu neyle pişirdiğine, hipnozun etkilerine dair bir sürü bilgiye, onlarca alt ve üst metne, göndermeye, sembole, disiplinler arası atışmalara, şuna buna boğuluyoruz. Haliyle olay örgüsü kayboluyor ve zevkli görünen bunca şey bir araya gelip eziyete dönüşüyor. 

Bilge tavırlı yazarları severim ama anlatmak istediğini öz anlatanlar tercihimdir. Bütün bu enteresan bilgileri bir romana sıkıştırmak o romanı "daha iyi yazılmış ve daha edebi" bir Da Vinci Şifresi muadiline çevirmekten başka bir şeye hizmet etmiyor.  

Ayrıca kitaptaki karakter gelişimi de beni içine alamadı. Aslında Eco'nun muhteşem bir karakter fikri varmış aklında gibi görünüyor. Tamamen haysiyetsiz bir adam, para ve ikbal için yakın durduğu herkesi satabilecek, bambaşka insanlara yakınlaşabilecek, cinsel ilişkileri hor gören, ayrıyeten kadın düşmanı, Yahudiler'den, Cizvitlerden, Araplar'dan, Fransızlar'dan, daha doğrusu her türlüsünden nefret eden, dünyadaki en yüce zevkin yemek yemek olduğuna inanan bir gurme, bir sahte belgeci. Fakat Eco'nun işin içine attığı bu bölünmüş karakter, anlatının daldan dala konması, karakterin dümdüz bir tavırla ilerlemesi, başına gelen birtakım olayları inandırıcıklık boyutlarını aşarak çözmesi, onca kirli işten kitabın sadece bir veya iki yerinde korku duyması onu maalesef geliştiremiyor. İşte sırf bu yüzden kitabın ilk bölümüne ikinci, üçüncü ve ardı sıra gelen diğer bölümler hiçbir şey katmamış oluyor. İlk bölümü okuyup kitabı bırakmamız halinde alacağımız zevk bütün kitabı okumakla alacağız zevke eşdeğer. Üstelik benim için kitapta çatışma niteliği taşıyan tek yer de kitabın son on sayfasında. İşte, sırf o ufak çatışma için Eco'nun beynimize türlü safsatalarla saldırısına katlanmak zorunda kalıyoruz ve kitap kocaman bir bekleyişe dönüşüyor. Eco yirmi sayfalık öyküyü üniversitede derslerinde, İtalya'nın şık restoranlarında dost toplantılarında anlatacağı anektodal zımbırtılarla üç yüz küsur sayfaya çekiyor. 

Çevirmenin hakkını verelim. Kitabın çevirmeni Eren Yücesan Cendey iyi iş çıkarmış. Başka türlü çekilmezdi. 

4 Ekim 2018 Perşembe

Flaubert'in Papağanı - Julian Barnes

Çalıştığım okulun küçük kitaplığında  Leh klasikleri, dünya klasiklerinin Lehçe'ye çevirileri, kısaltılmış İngilizce kitaplar ve onlarca gezi rehberi arasında ilk baskı tarihi 1984 olan Flaubert'in Papağanı'nın 1985'te yapılmış baskısını görünce hemen çantama attım. Hayır çalmadım, geri götüreceğim. Okuma listeme dahil etmeyi hiç düşünmediğim, konusunu, biçimini, türünü hiç bilmediğim bu kitabı okumaya bir ders arasında, okulda başladım. Kitap beni hemen olmasa da içine çekmeyi başardı. Fakat şunu belirtmeliyim ki bir kitabın okuru içine çekmesi büyük bir başarıdır ama çok başarılı bir eser olduğu anlamına gelmez. Flaubert'in Papağanı da benim gözümde böyle bir kitap.

Bunun benim Julian Barnes'la kurduğum yazar-okur ilişkisiyle alakası olabilir. Daha önce kendisinin Sense of an Ending (Bir Son Duygusu) kitabını okumuş, okurken, eh diyelim, az çok zevk almış, aradan zaman geçince bu kitaba dair her şeyi unutmuştum. Ama her şeyi! Okuduğum birkaç Barnes öyküsünde de aynı şeyi yaşadım. Okurken iyiydi, hoştu ama şimdi uğraşınca okuduğum öykülerin isimlerini bile hatırlayamıyorum. Öyleyse bu demek oluyor ki Barnes benim için pek de etkileyici bir yazar değil. Seveni çoktur muhtemelen ama bana öyle geliyor ki Barnes roman ve öykü biçimini en küçük ayrıntılarına kadar bir bilim insanı gibi biliyor ve ustaca kullanıyor. Ama eksik olan ruh. Barnes'ın ruhu bana yaramıyor. Her şey güzel, her şey var, ama ruh yok işte, ne yaparsın! 

Flaubert'in Papağanı da böyle bir kitap. Garip bir biçimi var öncelikli olarak. Barnes ustalık ve birikim gerektiren bir şeye girişmiş. Kitap biyografi değil, roman değil, edebi kuram kitabı da değil. Ama aynı zamanda bunların hepsi. Kitabın başkarakteri emekli doktor bir İngiliz memleketinden Fransa'nın Normandiya bölgesine seyahate çıkıp Flaubert'in geçmişinden izler tarıyor ve bu sayede realizmin öncüsü sayılan bu modernist yazarın biyografisini okumuş oluyoruz. Doktorumuzun edebiyata ve özellikle de Flaubert'e olan ilgisi yüzeysel değil. Bu yüzden onunla birlikte edebiyat üzerine de kafa yoruyoruz. Kitapta bütün bunlar gerçekleşirken art alanda doktorun da aslında Flaubert'in ilk ve en bilinen eseri Madam Bovary ile arasında bir köprünün olduğunu anladığımız bir öz hikayesinin olduğunu görüyoruz. Barnes bütün bu bahsettiğim şeyleri belli bir plan çerçevesinde ustaca yürütüyor fakat kitabın kurgu boyutunun içerisinde okurda 'pathos'a yol açacak sert bir olay veya duygu yaşanmadığı için de biraz sönük ve ruhsuz kalıyor. Az evvel söylediğim Madam Bovary ile kendi hayatı arasındaki ilişki öyle çok da tahmin edilemeyecek bir şey olmadığı için bu da bizi çok şaşırtmıyor. Barnes bu durumu başarılı bir dille aktarıyor, orada hiçbir şekilde sırıtmıyor, o kadar. Böylelikle biz de Flaubert'in deli dolu yaşamıyla yetinip bu hayatı araştıran doktora da 'he he aferin' diyerek kitabı bitirmiş oluyoruz. Flaubert'in deli dolu yaşamını da Barnes bize sadece aktarmış oluyor, sonuçta o hayatı yaşayan Flaubert'in kendisiydi ve Barnes da bunu öyle çok istisnai bir şekilde ele alıp anlatmadı. Yapacak bir şey yok. 

Barnes edebiyattan çok anladığı için kitabın içine bir de aslında bütün edebiyatın nesnesi olan dünyayı, yani maddeyi temsil edecek ve böylece kuram incelemesiyle kurguyu bir araya getirebilecek bir 'şey' koymuş: papağan. Papağanı anladığınız ölçüde edebiyatı ve edebiyat eserini de anlayabiliyorsunuz. Doktor, Normandiya'daki Rouen şehrini gezerken Flaubert'in 'Un Coeur Simple' kitabındaki Lulu adlı papağanı tasvir etmek için bir müzeden ödünç aldığı doldurulmuş papağana iki yerde rastlar. Bu iki kurum da Flaubert'in gerçek papağanının kendilerinde olduğunu iddia etmektedir. Vesaire. Peki gerçek papağan hangisidir? Belki ikisi de sahtedir. Bunun bir önemi var mıdır? Bütün bu sorular okura gerçeklik olgusunu, biraz da detaylı düşününce Flaubert'in realizmi nasıl algıladığını ve buna nasıl öncülük ettiğini hatırlatıyor. Gerçek nedir? Kime göre değişir? Gerçeğin asıl sahibi kimdir? Gerçek gerçek ve edebi gerçek ayrı şeyler midir? Bunları burada tartışmayacağım. Flaubert ve Barnes okuyanlar kendi aralarında tartışabilir. 

Ruhtan yoksun olduğunu söylediğim bu kitapta son derece ilginç yerler de yok değil. Özellikle edebiyat üzerine hoşsohbet bir dille kurulan düşünce ağlarını çok sevdim. Örneğin başkarakterin (belki de Barnes'ın iç sesinin) bir edebiyat diktatörü olsaydı insanlara neler ve kimler hakkında roman yazmayı yasaklayacağını sıraladığı liste gerçekten etkileyiciydi. 

Ben kitabın İngilizce aslını okuduğum için Türkçe çevirisinin nasıl olduğunu bilmiyorum. Kitap satışı yapan bir sitede okuduğum ilk beş sayfası hiç fena değildi ama hepsini okumadığım için kesin bir şey söyleyemem. 

Nihayetinde Flaubert'in Papağanı kötü diyemeyeceğim, ama güvenerek de  öneremeyeceğim bir kitap. Flaubert'e ilgisi olan veya edebiyat incelemesiyle bir kurgu nasıl harmanlanır görmek isteyenlerin kaçırmamasında yarar var tabii. 

27 Eylül 2018 Perşembe

Time's Arrow - Martin Amis

Edebiyatın hırçın yakışıklısı Martin Amis'in 1992'de yayımlanan Time's Arrow kitabını elime aldığımda çok büyük beklentilerim yoktu. İşimin gücümün yoğunlaşmaya başladığı, yaz tatilinden sonra çalışma dönemimin çat diye kapıma dayandığı, planlar yapmamın gerektiği bir zamanda, beni çok yormayacak, zevk alacağım ve çerez niyetine okuyacağım bir kitap okuyacağımı düşünerek aldım elime. Ne var ki beni bekleyen kitap aslında çok yoğunlaşmış bir zihin gerektiren deneysel bir kurgu eseriymiş, okurken anladım. 

Time's Arrow'un deneysel kurgu şekli aslında çok yeni bir şey değil. Fitzgerald'ın The Curious Case of Benjamin Button'ındaki gibi tersten akan bir hayat hikayesi var ama karakterimiz yaşlı doğup bebek ölmüyor. Linear ve doğal, insana özgü bir hayat akışını Amis okuruna tersten sunuyor, o kadar. Romanın karakterinin ölüyken birdenbire kendini iyi hissetmesi, sonra yavaş yavaş yürümesiyle başlıyoruz romana ve bu kısa roman boyunca hikaye geri doğru gidiyor, kitaptaki halleriyle okunan diyaloglar sadece ters sırayla okunduklarında bir anlam ifade edebiliyor, renkli televizyonlar satılıp siyah beyaz televizyonlar satın alınıyor, 'merhaba'lar 'hoçakal'lara dönüşüyor, vesaire. 

Peki Martin Amis'in bu romanında böyle bir akış doğrultusu belirlemesinin sebebi neydi? Öncelikle romanı spoiler okumayı geçin, konusunu bile okumadan elime aldığım için zamanın ters yönde aktığını bilmeden okumaya başladığımı söylemem gerek. İlk yirmi sayfada neler olduğuna anlam vermenin bir hayli zor olduğu, okuyucunun sadece Amis'in kullandığı gerçekten insani, duygulu ve güzel dille kendini eğlediği bu romandaki tersine akış ilk bakışta hiçbir anlam ifade etmiyor. Birçok okurun aklına da yazarın sırf düz roman formundan çıkmak için ecnebi sanat kritiklerinin 'gimmick' diye adlandırdığı gereksiz bir hileye, yani artizliğe başvurduğunu getireceğini de tahmin ediyorum. Fakat Amis gibi önceki birçok romanıyla (mesela Para) halihazırda yazarlığını kanıtlamış birinin böyle bir yola başvuracağını düşünmek kötü zanda bulunmaktan başka bir şey değildir bence. Bana göre romanın ters akışı en çok karakter oluşumuna ve romanın arka zeminindeki tarihsel olaylara hizmet ediyor. Buna biraz değineyim. 

Dünya tarihinde öyle olaylar vardır ki bir film çekecek veya kitap yazacak olsanız o olayın en küçük ve en basit (dandik) ayrıntısını bulur, içinden bir iki yaşanmış durum çıkarır, milyonların satın alacağı bir eser haline getirebilirsiniz. Ve evet böylece aptal veya beceriksiz değilseniz eserin en azından masrafını çıkaracağınız da kaçınılmaz bir gerçektir. Mesela İsa'nın hikayesi böyledir, haçlı seferleri böyledir. Örnekler çoğaltılabilir fakat bu bahsettiğim şeye en uygun tarihi olay da ikinci dünya savaşı ve Nazilerin uyguladığı Yahudi ve Leh soykırımıdır. 

Bu soykırımı anlatan binlerce film, kitap, resim var. Yani ekmeğini yiyen yedi diyelim. Daha fazlasına doyduğumuzu söyleyebilirim. Time's Arrow da soykırım sırasında görev yapmış, savaş suçlusu bir Nazi doktorunun hikayesini anlatıyor. Normal bir Nazi doktoru hikayesinin şöyle gitmesi gerekirdi: tıbbiyeyi bitirir, orduya yazılır, savaş çıkar, görece refah içinde yaşayan Yahudiler gettolara yığılır, sonra birer birer kamplara gönderilir, kamplarda milyonlar katledilir, Nazi doktoru acımasızca insan öldürür, Ruslar gelir Nazi ordusunu temizler, kahramanımız sağ kaldıysa ordudan arta kalan diğerleriyle birlikte isim ve kılık değiştirerek başka ülkelere kaçar vesaire vesaire. Time's Arrow'da bütün bunların var olmasının yanı sıra kronoloji tersine sarıyor, etki ve tepki tersine dönüyor, eylem ve karşılık bükülüyor, böylelikle okur bambaşka bir karakter gelişiminin yanı sıra arka planda bambaşka bir tarih anlatısına tanık oluyor ve gerçekten de bambaşka bir okuma deneyimi yaşıyor. Neden mi? Aslında cevap çok basit. Soykırımın özü olan şiddet ögesi de geriye sarıyor, yani baskının, haksızlığın, faşizmin bir aracı olan şiddet yazarın marifetiyle 'gerçekleşemiyor', vaki olamıyor. Kitabın tam ismi olan Time's Arrow: or the Nature of the Offence, yani şiddetin doğası da çok şey söylüyor aslında. Okurlar olarak romanın tersine gittiğini bildiğimizden aslında gerçek hayatta o şiddetin ne kadar ağır olduğunu, fakat onu böyle ele alarak nasıl da alaşağı edebileceğimizi görüyoruz. Aslında aileleri birbirinden ayırması gereken doktor, sevgilileri buluşturuyor. Bakın işte, 'iyi yürekli' Nazi doktoru bir Yahudinin bomboş ağzına diş takıyor, bir yandan onlarcasını gaz odasından çıkarıyor. Bütün bunları anlatan yazar da gerçeğin farkında olan ve bütün bunları tüyleri ürpererek okuyan bizlere göz kırpmakla yetiniyor. 

Biçimin sağladığı bir diğer etkiye gelecek olursak, romanın içeriği ve okuma deneyimi iç içe geçiyor ve okur kendini bir romanı aslında tersten okurken buluyor. Bir yerde karakterin ruh durumunu okurken sonraki bölümde bunun sebebini görüyor. Bir bakıma yazarın düz yolda ilerlemek isteyen okuru çekiştire çekiştire geri götürdüğünü de hayal edebiliriz. Bir yazar için çok tehlikeli ama klasik okur için çok müstesna bir his! Katledilen insanların toplu halde canlandıklarını, yavaş yavaş kilo aldıklarını, önce gettolarına sonra da romanın karakteri gibi birçok subay tarafından yeni (aslında eski) mahallelerine ve evlerine gönderildiklerini, kilo aldıklarını, sağlıklarına kavuştuklarını düşünmeniz bunu biraz anlayabilmek için yeterli. Her haliyle enteresan. Ölü bir adamın canlanışıyla başlıyor roman ve ölü adam bir ölü mekanına, toplama kampına giriş yapıyor. Aslında ne kadar duygusal ve çarpıcı, değil mi? 

Bütün bu biçim denemelerinin ve hikaye akışının estetiğinin yanı sıra Amis'in çok da güzel bir dili var. Duygusal, şakacı, lafını esirgemeyen, acıtıcı ama aynı zamanda çok insanca, çok masumca bir dil bu. Kısacık bir roman olmasına rağmen okurunu ciddiye alan söz oyunlarıyla ve yoğun düşüncelerle dolu. Ben romanın İngilizce aslını okudum. Maalesef bu güzel eserin Türkçe'ye çevirisi yapılmamış. Bunu da Türk yayıncılarının bir ayıbı ya da en azından bir eksiği olarak buraya not edelim. Türkçe çevirisi yayımlanana kadar İngilizce bilenlerin kesinlikle kaçırmaması gerektiğini düşünüyorum. Hiçbir şekilde pişman etmeyecektir. 


11 Eylül 2018 Salı

Genç Bir Doktorun Anıları - Mihail Bulgakov

Çiçeği burnunda bir doktor taşraya tayin olunur. Bu genç doktor aslında şehirde kalıp bir hastanede stajyer doktor olarak çalışmak istemektedir ama emir demiri kestiği için tıpış tıpış köyde çalışmaya gider. Genç Bir Doktorun Anıları'nda Bulgakov bu genç doktorun köyde yaşadığı zorlukları, mesleği öğrenirken çektiği çileleri, bir hekim olarak kendine güven kazanma süreci esnasındaki korkularını, köy yerinin cahilliğini, batıla olan derin bağlılığını, tıbba olan kör inançsızlığını anlatıyor. 

Konu bizdeki mevzulara çok yakın aslında. Türk Edebiyatında da taşraya atanan öğretmenin, doktorun, kaymakamın hikayesini defalarca okumuşuzdur. Yani bu mevzulara Kanada'da, Norveç'te vesaire rastlayamıyoruz haliyle. Ben Bulgakov'da da bizde olandan daha farklısını pek göremedim. Belki de Anadolu kırsalıyla Rus kırsalı birbirine benziyor. Belki de "sen vatanın şu noktasına çalışmaya gideceksin, lamı cimi yok" anlayışı bizde olduğu gibi Ruslarda da var. O kadarını bilmiyorum. Kitapta gözlemleyebildiğim tek fark Bulgakov'un bütün o köylü cehaleti, imkansızlıklar vesaire üzerine konuşmanın yanı sıra başkarakterinin kişisel korkularına, benlik sorgulamalarına da yoğunlaşması. Çok ufak görünen mesleki korkuların aslında onları yaşayan için ne kadar devasa şeyler olduğunu son derece başarılı bir yoğunlukla gösterebilmiş olması. Genç doktorun her gün "ya bu gün bir ters doğum vakası gelirse" korkusuyla uyanması beni gayet etkiledi doğrusu. Bir de kar kış kıyamet atmosferi içinde binbir zorlukla görev yapmış köy enstitüsü mezunları, çiçeği burnunda tıbbiyelilerin hikayelerini de bildiğimiz için eseri bir yakınlık duygusuyla okuyabiliyoruz. Hatta aklımıza aşağıda görüleceği üzere birtakım komiklikler bile getirebiliyor. 


Bulgakov'un kendisi de köy doktorluğu yapmış. Anılarını birebir bu kitaba aktarıp aktarmamış olduğunu bilmiyorum ama illa ki gerçeklikle büyük ölçüde bağı vardır kitabın. Kitabın her bir bölümü hem birbirinden bağımsız bir biçimde okunabilecek öyküler niteliğinde hem de bir araya geldiklerinde başı sonu belli bir roman olmasa da iyi bir hatırat oluşturur nitelikte. Doktorun kendisine gelen her hastada önce korkup panik yaşaması sonra da işin içinden başarıyla sıyrılması durumu kendini çok tekrar edip okuyucuyu sıksa da yazarın  ameliyatları anlatırken kullandığı dil ve tasvir gücü kitabı okunabilecek bir hale sokuyor. 

Çevirisi gayet başarılı. Göze batan bir dil sorunu taşımıyor. Kesinlikle okunması gereken bir kitap olarak görmüyorum bunu ama okunduğu takdirde de asla pişmanlık duyulacak bir eser değil. Okura başlığında vaat ettiğini sunan, fazlasına karışmayan, birazcık Rus devrimi atmosferi tattıran, kısa sürede biten, makul bir kitap. 

4 Eylül 2018 Salı

Bir Tereddüdün Romanı - Peyami Safa

Daha önceki yazılarımda interwar dönemine, yani iki dünya savaşı arasında geçen zamana birkaç defa yüzeysel olarak değinmiştim. Bu yazımda da buna yine yüzeysel olarak değinme ihtiyacı duyuyorum. Birinci Dünya Savaşı'nın yarattığı hem maddi hem de manevi buhran (vay vay vaaay!) sonucunda edebiyatın kelimenin tam anlamıyla patladığı bu aralık roman sanatı için çok önemlidir. İnsan hayatının zerrei miskal (veya miskali zerre) kadar öneminin olmadığını, büyük hayallerin ve büyük insanlık ideasının büyük şirketlerin kontrolüne girecek kömür madenleri, gemi taşımacılığı kanalları ve insanoğlunun zaten üzerinde yaşamakta olduğu toprakların yeniden paylaşımı uğruna heba edildiğini gören, dünya değişse de fakirin ve çilekeşin yaşamının hiç değişmediğini, hatta daha da kötüye gittiğini seyreden, böylece büyük umutsuzluklara gark olan (gark mı ıyyyk) entelijansiya zihninde kurduğu afedersiniz bütün ahlaksızlıkları, aşırılıkları, yıllarca bastırdığı, içinde tutup dile dökemediği acı ve yakıcı gerçekleri bu dönemde çat çat çat diye sayfalara dökmüştür. Mesela  hiç beğenmesem de D.H. Lawrence'ın Lady Chatterley's Lover romanı seksten açık açık bahsediyor oluşu (ay seks dedi!) sebebiyle çok önemlidir. Joyce'un Ulyssess'i o güne kadar kural sayılmış (hem ahlaki hem de edebi) neredeyse bütün formları yerle bir ettiği için değerlidir. Yine aynı dönemde eserler veren Proust, Woolf, Mann, Kafka, Fitzgerald, Orwell, Brecht, Nabokov, Bulgakov gibi yüzlerce yazar aslında edebi yaratıcılık isteğinin yanında çok benzer bir motivasyonla, onlara, onların dedelerine ve dedelerinin de dedelerine düpedüz yalan söylemiş olan, sonunda insanlığın, gariban işçi sınıfının eline üçün birini bile bırakmayan dünya nizamından hem intikam alma, hem onu değiştirme isteğiyle, her biri kendi meşrebine ve edindiği derde göre yazmışlardır. İsimlerini verdiğim birçok yazarın ve nicesinin yazdıklarında toplum ve devlet eleştirisini, hatta bunlara başkaldırıyı, açık açık veya gizli kapaklı, sıklıkla görebiliriz. Savaşlar her ne kadar kötü olsalar da modernizmin, postmodernizmin ve şu an edebiyatı, akademiyi ve büyük ölçüde politikayı da bir iskeletle ayakta tutan görünür ve görünmez yapının savaşlar sonrasında, onların etkisiyle, onlara tepki olarak doğduğunu söyleyebiliriz. Bu konu üzerine daha detaylı eğilmek isteyenlere Modris Eksteins'in maalesef Türkçe'ye çevirisi yapılmamış Rites of Spring: The Great War and the Birth of the Modern Age kitabını şiddetle öneririm. 

Yukarıda bahsettiklerim uzun uzun, örneklerle ve sebeplerle anlatılabilecek bir konuyu oluşturuyor ama ben bu konudan bir İngiliz'in cemiyetteki bir eğlenceden hiçkimseye haber vermeden ayrıldığı gibi hemen çıkmak ve bu savaşların (Türk Devleti birinci dünya savaşında bilfiil yer almış, ikincisine katılmamış olmasına rağmen etkisini çok büyük şekilde hissetmiştir) ve zamanın ruhunun Türkiye'deki edebiyat meselelerine nasıl bir etkisi olduğunu Peyami Safa'nın iki dünya savaşı arasında bir zamanda, 1933 yılında ilk basımı yapılan Bir Tereddüdün Romanı adlı kitabını kendimce ve meşrebimce tartışarak irdelemek (neler oluyor?), sonrasında ise romanın diline, biçimine ve üslubuna dair düşüncelerimi çok kısaca not etmek istiyorum. Önce romanın olay örgüsüne bir bakalım. 

Biyografik eserler okumaktan hoşlanan Mualla evinde oturmuş 'Bir Adamın Hayatı' adlı bir kitap okumaktadır. Mualla'nın baştan sona değil, kafasına göre bölümler seçerek okuduğu ve okumaya devam edip etmemekte sürekli tereddüt yaşadığı bu kitabı bizler de onunla birlikte okuruz. Kitaptan umduğunu bulamamıştır Mualla. Kitabın ziyadesiyle depresif ve acı dolu akışı ruhuna fena halde tesir etmekte, bazen midesini bulandırıp iştahını kesmekte, başını döndürmektedir. Sonraki bölümde Mualla her seferinde okumayacağım deyip yeniden eline aldığı bu kitabın yazarıyla tanışır ve  kısa bir tanışıklıktan sonra yazardan evlilik teklifi alır. Mualla için bu evlilik teklifi de bir tereddüdün kaynağıdır. Yazarın gizli hayranı ve 'stalker'ı olan Vildan ise evlenmeye karar verdiğini duyunca yazarı insanlardan kaçmak için sığındığı otelinde bulur ve olaylar bundan sonra yazarla Vildan ekseninde cereyan eder. Bir gün Vildan'ın evinde alkol ve uyuşturucu aldıktan sonra birbirlerine itiraflarda bulunur, fikirlerini uzun uzun açarlar. Hayatının temelini tereddütlerin oluşturduğu Vildan'a karşı yazar da çok derin tereddütler ve şüpheler taşımaktadır. Vesaire, vesaire...

Gördüğünüz gibi kitabın esas meselesi tereddüttür. Romanın bir yazar ve onun iki okurunun oluşturduğu kahramanlarının özel hayatları içerisinde yaşadıkları tereddütlerin çevresini bir de memleketin içinde bulunduğu fikri tereddütler sarmaktadır. Batının büyük dönüşümlerden geçtiği bu dönemi yazar (Burada yazardan kastım Peyami Safa değil, romanın başkarakteri olan yazar. Fakat roman boyunca bu yazarın aslında Peyami Safa'nın diliyle konuştuğunu da görüyor, ikisini birbirinden pek de ayıramıyoruz. Safa yazarı konuşturmakta, kendi fikirlerini onun ağzıyla sunmaktadır diyebiliriz.) bu dönüşümleri izleyerek, bunlar hakkında konuşarak, bunları eleştirerek geçirmektedir. Bunun yanı sıra gözünde bir bakıma batının temsili olan baloların, sefahatin (alkolün, uyuşturucunun ve kadının) düşükünüdür de. Hatta bir batı sanat ürünü olan roman türünde eserler vermektedir sonuçta. Buna rağmen ona kalırsa batının yarattığı bütün -izmlerden kurtulmak gereklidir. Ayrıca klasik yaşam tarzının yerine anarşiyi ve anksiyeteyi getirmiş olan batı büyük bir yanılgıya düşmüştür. Velhasıl yazar ilk paragrafta bahsettiğim, Avrupa'yı modern çağa iten o bütün dinamiklerin zararlarını vurgulamaktadır. Fakat yine de zamanını evinde oturup ibadet ederek, çay içerek geçirmeyi de hiç tercih etmemektedir. Bu yönüyle yazarın kendisi cumhuriyetle birlikte ortaya çıkan Türk aydınının (böyle bir gruptan söz edebiliyorsak eğer) bir bakıma temsilidir. Batının dönüşümünü ve atılımını tabiri caizse mal mal izlemekle yetinmekte, klasik (muhafazakar demediğim için klasik diyorum) yaşamla sanatın karşısına koyduğu ilerici, bireyi merkeze alan yaşam tarzıyla sanatını şeytani bir kötülük saymakta, bununla birlikte özel hayatında batı hayatını benimsemekte, batının düşünce boyutunu ise yok saymaktadır. En azından sanatı ve dili dönüştürmek suretiyle toplumun dönüşmesinde meşale taşımak gibi bir derdi hiç mi hiç yoktur. Bunu ülkenin tepesindeki askerlere, politikacılara bırakmakta, onların çizdiği yol neyse orada ilerlemektedir. Türk aydını çok ciddi ve mühim bir savaş olan Kurtuluş Savaşı sonrasında bile çok sınırlı bir varoluşsal ve kültürel sorgulama içine girebilmiştir. Türk aydını savaş sırasında ve sonrasında çektiği çileleri sorgulamaz. Ülkenin vaziyetinde sosyal durumun, kültürün hiçbir rolünü göremez. Bu yüzden Türk sanatçısı varoluşsal bir sancı çekmez. Onun sancısı olsa olsa memlekete dairdir, biraz politik, çok miktarda hamasidir. Hele hele bir şahsi sorgulama yok gibi bir şeydir. Savaş sonrası aydının durumunu daha iyi görmek isteyenler için en sevdiğim yönetmenlerden biri olan Leh yönetmen Wojciech Has'ın konunun muhteşem bir biçimde ele alınmış olduğu Wspólny Pokój (One Room Tenants) adlı filmini yine şiddetle öneriyorum.

Wspólny pokój filminden bir kare ve gerçek varoluş sancısı yaşayan Evropalılar. 

Film önerdikten sonra konumuza dönecek olursak. Peki Türk aydını neden bu konumdadır? Neden dünyanın her memleketinin, belli başlı bütün kültürlerinin ileri atıldığı ve dönüştüğü bir dönemde kendini ve camiasını kendi çizdiği doğrultuda dönüştürememiştir? Bunların sebeplerini Bir Tereddüdün Romanı'ndaki aydın çerçevesi içinde sıralayalım:

1- Görüyoruz ki Türk aydını öncelikle tembel ve bencildir. Anadolu köylüsü susuz topraklarını işleyerek, üç beş hayvanını otlatarak, vaktinin geri kalanını da bol bol ibadet ederek geçiredursun Türk aydını İstanbul'da salt lakırdılarla doldurduğu rakı masalarında zaman geçirmekte, gariban köylüyü yücelttikçe yüceltmektedir. İslam dininin çok köklü bir şekilde yayıldığı Anadolu'ya modern çağı getirmenin, onu dönüştürmenin zorluklarından dem vurarak 'aydının elinden ne gelir ki?' diye soranlar olacaktır elbet. Ama çok açıktır ki aydının görevi de aslında zor olandır. İki savaş arasında onlarca fikrin yeşerdiği İngiltere, Almanya ve Fransa'da da köylüler fena halde muhafazakardır, hatta batıl inançlar bile had safhadadır. Fakat batı aydını bunu bir engel olarak görmemiştir. Türkiye'de ise maalesef devrime bir amaç katacak ve toplumun bu amaca ulaşmasında yol gösterici olacak bir kararlı aydın kesimi oluşmamış, yine maalesef tüm görev bu böyle olacak diye emir vermekten ötesine geçemeyen askere ve politikacıya düşmüş, aslında memleketi ileri taşıyabilecek aydınlar için iyi kötü çok büyük bir fırsat anlamına gelen Atatürk devrimleri de kafaya takılan şapkayı, alfabeyi, takvimi vs. değiştirmekten öteye geçememiştir.

2- Türk aydını korkaktır. Evet, Türk aydını birçok şeyden korkmaktadır. Toplumun dininden, ülkenin yöneticilerinden, ordusundan, haliyle bir de hapse düşmekten korkmaktadır. Cumhuriyetin ilk zamanlarındaki bu korku aslında şu anki korkuyla benzerlik de göstermektedir. Fakat nasıl şu anki korkunun bu noktaya ulaşmasına memleketin aydınlarının ve orta sınıfının ta başından beri dura izleye, hiçbir şeye itiraz etmeden, en önemlisi de örgütlenmeden sadece tanıklık etmesi çok büyük katkıda bulunduysa o zamanlarda da aynı olmasa da benzer şeyler olmuştur. Bir yerden sonra da artık değişim ve dönüşüm için ne zaman ne de imkan kalmıştır.

3- Türk aydınının tereddüdü bomboş bir tereddüttür. Bu tereddüdü zorlarsak batının anksiyetesine benzetebiliriz ama bizim tereddüdümüz yeni fikirlere yol açmamış, eski fikirleri geliştirememiş, daha önce de dediğim gibi arafta mal mal beklememize yol açmışttır. Bir Tereddüdün Romanı'ndaki yazar klasik yaşam süren, bunun yanı sıra az çok mürekkep yalamışlığı da olan, yani doğuyu temsil eden Mualla ile oradan oraya gezen, eş değiştirmekte beis görmeyen, nerede duracağına karar veremeyen, sık sık hezeyanlara kapılan, histeriden kurtulamayan, yani batıyı temsil eden Vildan arasında tereddüt yaşamakta, sonunda ikisini de seçemeyip yalnızlığa mahkum olmakta, bunu da erdem saymaktadır. Romandaki Türk aydını, tıpkı batıdaki muadilleri gibi 'flaneur' tarzı bir yaşam benimsemiştir. Oysa bu şark flanörlüğünün içi bomboştur. Bir fikir çıkarmaz, bir değişime yol açmaz. İşte, aslında çok zararlı olan bu kararsızlık, amaçsızlık ve kuralsızlık hali Türk entelijansiyasının özeti gibidir. Yol açtığı şey ataletten başka hiçbir şey olamaz.

4- Türk aydını genel itibarıyla kadın düşmanıdır. Bu biraz ağır bir ifade gibi görünebilir. Peyami Safa'nın kendisi azılı bir mizojinik olduğu için belki de bu genellemenin yanlış olduğunu düşünenler olacaktır ama o dönemden bu döneme toplumun ve kadının bulunduğu konuma bakınca aslınca geneli itibariyle Türk entelijansiyasının kadını hiç de umursamadığını, Peyami Safa'dan öyle çok da farklı bir konumda durmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Romanı okuduğunuzda da göreceğiniz gibi kadın okuyacaksa bile vaktini evde geçirmesi gereken, eğer 'dışarı çıkan' bir kadınsa sadece gönül eğlendirmeye elverişli, bunu yaparken de toplumun gözlerinden sakınılması gereken bir varlıktır. Romanı okurken birçok yerde yazarın bir kadınla görüşmesi sırasında köşe bucak saklandığını, bir meyhaneye gidilecekse arka masalardan birini seçtiğini görünce şaşırdım, sonra da şaşırdığıma şaşırdım. Hele ki ecnebi kadın yazara göre en tehlikeli olanıdır. Mesela bir arkadaşıyla nişanlanan, sonra nişanı bile bozmadan başka bir ülkeye giden bir kadının ecnebi olduğuna 'yok yere' vurguda bulunmaktadır yazar. Günümüzde de en büyük ve en takdir edilesi politik mücadelelerden birini veren kadın özgürlük hareketinin dokunabildiği yerleri saymazsak, memlekette kadına yönelik tavır her zaman fena olmamış mıdır? Bu saçmalıklarla nüfusun yarısı pasifize edilmemiş midir? İlerlemenin önündeki en büyük engel aslında bu değil midir? 

Erkeğin kadına olan tavrına dair çok basit bir örnek vereyim ve bunun üzerinden yanıtsız bırakacağım birkaç soru sorayım: Türkiye'nin dahil olmasına üzülerek karşı çıktığım Erasmus programıyla bir yılını Avrupa'nın bir kentinde partilere katılarak, bol bol içerek ve sevişerek geçiren sıradan bir Türk erkeği memlekete dönünce nasıl bir hayat tarzına geri döner? Kadınlara bakış açısı ne ölçüde değişmiştir? En önemlisi de kendi memleketindeki kadına olan bakış açısı Avrupa'daki kadına olan bakış açısından ne derece ve neden farklıdır? Evet, soruyorum ve geri çekiliyorum.

Bu konuda daha çok yazardım ama bunu sonraya, başka bir kitaba bırakıyorum. Peyami Safa'nın benimsediği fikirlere katılmasam bile dilini, üslubunu, kullandığı anlatı yöntemlerini muhteşem buldum. Dönemi için bir hayli enteresan bir biçimi var kitabın. Karakterle birlikte bir kitap okuyoruz ve sonraki bölümde bu kitabın yazarı mevzuyu anlatmaya başlıyor. Peyami Safa bu işi çok iyi başarmış. Romanın ilk ve sonraki kısımları birbirinden biraz kopuk olsa dahi anlatının yoğunluğu ve akıcılığı sayesinde okur romandan kopmuyor, Safa da okurla bol bol tartışma imkanı buluyor. 

28 Ağustos 2018 Salı

Yaşlı Ormanın Gizemi - Dino Buzzati

Daha önce Tatar Çölü ve Öylesine Bir Aşk adlı romanlarını okuduğum ve yavaş ritmi içindeki derin insani ve edebi ruhu çok beğendiğim İtalyan yazar Dino Buzzati'nin bu sefer de Yaşlı Ormanın Gizemi adlı romanını okudum. Bu kısa roman edebiyatın, özellikle de roman türünün cıvıl cıvıl parladığı, çok başarılı eserlerin üretildiği bir dönemde, interwar adı verilen iki dünya savaşı arasında, 1935 tarihinde yayımlanmış.

Yaşlı Ormanın Gizemi bir roman olarak kısa olsa da uzun uzun anlatılmış bir masal gibi. Buzzati masalcılık görevini layıkıyla yerine getiriyor. Dinleyici kitlesinin içerisinde hem iyi hem kötü, hem zeyrek hem de saf çocukların olduğu bilinciyle hikayesini türlü türlü yollarla anlatıyor, fazla riske girmiyor, zaten kendisi hoşgörüyü, iyiliği ve kardeşliği ana tema olarak kullandığı, kuşların konuştuğu, rüzgarların bile birer kişiliğinin ve isminin olduğu, orman cinlerinin sen ben gibi takıldığı bir öykü anlattığı için zeyrek dinleyici yanındaki saf dinleyiciye gıcık olmuyor, beklentilerini göklere çıkarmıyor, bu güzel anlatıdan keyif almakla yetiniyor. Bu yüzden kimsenin canı sıkılmış, keyfi kaçmış olmuyor. Biz küçük çocuklar Dino amcanın anlattığı bu hikayeyi uslu uslu dinlerken muhteşem sonla büyüleniyoruz.

Romanın hikayesi son derece klasik. Ordudaki görevini bırakıp ağabeyinden ona miras kalan ormandaki büyük çiftlikte yaşamaya başlayan Albay Procolo yaşlı ormanın ağaçlarını kesip satmaya, orman cinlerini işçi olarak sömürmeye, hayvanlara eziyet etmeye, yaşı geldiğinde ormanın asıl mirasçısı olabilecek yeğeni Benvenuto'yu ortadan kaldırma planlarını gerçekleştirmek için de bir tetikçi olarak rüzgar Matteo'yu kullanmaya başlar. Romanın ana teması iyi ile kötünün savaşıdır. Ormandaki iyiliği temsil eden Benvenuto (ismi bile hoşgeldin veya hoşgelen anlamlarına gelir) ile bir nevi kötülüğün sembolü olan eski disiplinli asker, yeni çıkarcı tüccar Procolo arasındaki ilişkide iyilik son derece pasif durumdadır. Çünkü saftır, kan bağı taşıdığı kötülüğün onun başına bela açacağı aklına bile gelmemekte, kendi hayatını yaşamaya, kendinden güçlü arkadaşları gibi karlı bayırlarda kızakla daha iyi kaymayı öğrenmeye çalışmakta, doğayla daha çok iç içe geçmenin yolunu aramakta, yani çocukluğunu sürdürmektedir. İyiliğin bir diğer temsili olan yaşlı orman da yaşlı olmasına rağmen böyledir, çocuk ruhludur. Asırlar boyunca huzur içinde varlığını sürdürmüş, albayın ağabeyinin koruyuculuğuyla (ve hizmetleriyle) kötülüğü sadece kopan fırtınalarda görmüştür, başka bir şey ummamaktadır. Birdenbire başgösteren ve bütün dengeleri bozan bu kötülük insan eseridir, yenidir, moderndir, makinelerle donanmıştır, kirli emellerini gerçekleştirebilmek adına doğanın içinde 'doğaya özgü' olmayan yöntemleri, birini bir diğerine kırdırtmayı, yalanı dolanı, iftirayı kullanmaktadır. Bu sırada, arka planda iyiliğin büyüyüşünü, her seferinde tökezleyip düşse de bir şekilde çaba göstererek yolunu buluşunu izleriz. Çocuk Benvenuto'nun büyümesi ve olgunlaşması bir bakıma iyiliğin de ortadan kalkmasa bile saflığından, gözü kapalılığından kurtulmasını göstermektedir. Bu yönüyle bir masalın gerektirdiği derecede hüzünlü ve iyimserdir de roman. İyilik büyüyecektir elbette, ama saf kalmayacaktır. Kendinden çok şey kaybedecektir, bununla beraber varlığına kast edenlere artık höt demeyi de öğrenecektir. Romanın pek de kapalı olmayan ana temasını Procolo'nun tetikçisi, kötü şöhretli rüzgar Matteo büyümekte olan çocuk Benvenuto'ya yine açık açık söylemektedir:

"...Bununla birlikte büyük bir engeldir büyümek. Genellikle insanın başına uykusunda gelir. Evet, sanırım bu defa büyüme sırası senin. Yarın çok daha güçlü olacaksın, senin için yeni bir hayat başlayacak, ama sen pek çok şeyi anlamayacaksın: seninle konuştuklarında bile, ne ağaçları ne kuşları ne nehirleri ne de rüzgarları anlayacaksın." 

İlk paragrafta beyhude yere inter war döneminden söz etmedim. Saf okuyucu okuyup eğlenirken zeyrek okuyucu romandaki kaçınılmaz olan, yazarın da hiç mübalağaya kaçmadan, son derece ayarında yedirdiği politik iklimi fark ediyor. Yaşlı orman bütün saflığı ve güzelliğiyle dünyaysa Procolo da çıkarları için dünyayı savaşa iten çılgın ideolojileri ve politikacıları hatırlatıyor. Romandaki kurgusal değişim ve karakter dönüşümleri dünyadaki gerçek, elle tutulur politik ve sosyal değişimlerin birer temsili gibi. Yukarıda anlattığım, büyüme, değişim, iyilik ve kötülüğün mücadelesi sembolik manalarla iki dünya savaşına kolaylıkla taşınabilir. Bu bakımdan Buzzati savaşın pisliğinden bitap düşmüş dünya insanına biraz da umudunu diri tutmasını telkin ediyor.

Kitapta orman o kadar güzel bir atmosfer içinde anlatılmış ki bozkırın ve kel tepelerin yoğunlukta olduğu bir coğrafyada doğmuş, büyümüş, sonra hayatın cilvesiyle bir orman ülkesine taşınmış şahsımı çok derinden etkiledi. Biter bitmez ormana koşmama sebep oldu. Binbir hayvan sesinin, milyonlarca rengin deniz gibi aktığı o yaşlı kuzey ormanları. Yavaş ritmi, usul usul akan dili ve gerçekten muhteşem sonuyla Yaşlı Ormanın Gizemi çok iyi bir roman. Romanın İtalyanca aslını ve Türkçe çevirisini eş zamanlı olarak okumaya çalıştım. Timaş Yayınları ve çevirmen Yelda Gürlek gayet başarılı bir iş çıkarmış diyebilirim. Vaat ettiğini bana versin, yormasın, güzel vakit geçirip edebi hazlar da alayım diyen herkese rahatlıkla ve hatta ısrarla öneriyorum. 

25 Ağustos 2018 Cumartesi

Deliliğin Dağlarında - H.P. Lovecraft

Aşırı derecede abartılmış bir başka kitapla yine karşınızdayım sevgili Okulsuz Okumalar okurları. Aşırı derecede abartılmış diyorum ama yine de edebiyat seven insanların bir kere de olsa bu kitabı okumaya zaman ayırması gerektiğini düşünüyorum. Deliliğin Dağlarında benim için böyle bir kitap, sebeplerine değineyim. 

Öncelikle Lovecraft'ın hayatından çok kısaca bahsedeyim. Babasının anlattığı korku öyküyleriyle büyümüş, sonra babasını kaybetmiş. Annesi de akıl hastanesine yatınca iyiden iyiye yalnız kalmış ve kendini yazmaya vermiş. Peki ne yazmış bu soyadı çok güzel adam? 

Bu soru uzun süredir kafamda olduğu için bu ilginç şahsın en büyük işim dediği Deliliğin Dağlarında kitabını okudum. Kitap bilimsel bir araştırma için Antarktika'ya giden bir grup bilim adamının başından geçenleri, daha doğrusu başından geçmeyenleri anlatıyor. Başkarakter Dyer ve arkadaşı Danforth kendilerinden önce bölgeye giden ekibin çağlar önce orada yaşamış sonra hayata geri dönmüş varlıklar tarafından katledildiğini fark eder, çok korkar, dehşete düşer vs. Çok korkar, dehşete düşer diyorum çünkü kitabın tamamı dünya üzerinde gerçek bir bölgenin, yani Antarktika'nın Lovecraft'ın tamamen mabadından uydurduğu coğrafi özelliklerinin bitmek bilmez tasvirleri ve bütün bunlardan çok korkmak üzerine şekillenmiş. Lovecraft coğrafyadan bahsediyor (Himalaya'dan daha yüksek dağlar? Dağların üzerinde kale gibi yapılar?), orada yaşamış canlıların bedensel özelliklerinden bahsediyor, fakat korkunç olandan, neden korkutucu olduğunu anlatmaktan titizlikle imtina ediyor, böylece güya insanın en çok korktuğu şeyin bilinmezin ta kendisi olduğu mesajını veriyor. Ama anlıyoruz ki kendisinin de aslında bir bok bildiği yok. Yani adamdaki düpedüz manyaklık ve de psikopatlık. 

Aslında okuyucuyu olayın içine çekmeye çok elverişli bir girişi var Deliliğin Dağlarında'nın: "Anlatmam gereken gerçeklerden kaçınılmaz olarak kuşku duyulacak; yine de eğer mantıksız ve inanılmaz gözüken şeyleri çıkaracak olsaydım geriye hiçbir şey kalmazdı." Evet gerçekten de merak ediyoruz. Anlat hele ne oldu, diyoruz. Sonra Lovecraft çoğunlukla sıkan mekan tasvirlerinin arasında anlattıkça anlatıyor:  "O kadar korkunçtu ki gözlerimize inanamadık." "Öylesine mide bulandırıcı ve dehşet vericiydi ki dilimizi yutacak gibi olduk." "Danforth'un öyle delice bir feryada ne gibi bir son dehşetin sebep olduğunu bana anlatmayı reddettiğini size söylemiştim." Evet söylemiştin, biz de kitap boyunca var olan dehşetin ne olduğunu öğrenememiştik. Manyak mısın sen? Şöyle bir kendine gelip, bi' su içip anlatsana! Ne oldu, ne bitti? Neydi bütün bunlar? Soruların hiçbir cevabı yok. Lovecraft bunu okuyucuya bırakıyor. Saf olan okuyucu da bundan, yani bilinmezden ürkebiliyor. Ben şahsen ürkmüyorum, ürkene de pek saygı duymuyorm. İnternetin ve televizyonun henüz icat edilmediği bir çağda, iki üç yüzyıl önceki gravürlere, gotik resimlere bakarak altına sıçan, hiçbir şey bilmeyen ve sırf cehaletinden her şeyi ama her şeyi korkunç bulan ve bunlardan leş hikayeler üreten, en azından Lem'in yaptığı gibi felsefi bir boyut katabileceği hikayeyi Arap Abdül El Hazret'in Nekronomikon'undan, Ktulu'dan "korkma"ya indirgeyen bir adamın da en fazla bunu yapabilmesi beklenir zaten. Lovecraft'ın bu kitabı yazıp bitirene kadar kaç don kirlettiğini merak etmiyor değilim. 

Neden okunması gerektiğine gelince... Deliliğin Dağlarında tam da okunmamasını gerektirdiği sebeplerinden ötürü okunmayı hak ediyor. Yukarıda anlattığım durumlar korku edebiyatından, fantastik-bilim kurgu içerikli metinlerden hoşlanan okurların ilgisini çekebilir, yazarın pek de sağlıklı olmayan zihnine şöyle bir bakış atmasına, öylesine kötü olduğu için iyiye dönüşen bir eser okumasına sebep olabilir. 

Not: Bu arada Barış E. Alkım adlı vatandaşın çevirisi gerçekten çok kötü. İnternette kimdir, necidir diye bir araştırayım dedim. Lovecraft'ı çevirmek üzerine tez bile yazmış, onlarca çevirisi olan biriymiş. Ama gerçekten de kötü, dümdüz, makine gibi, Türkçeleşmemiş bir metindi okuduğum. Hayret. Gerçekten hayret. 

24 Ağustos 2018 Cuma

Bülbülü Öldürmek - Harper Lee

İçindeki bütün karakterlerin okura ibretlik dersler vermek için toplandığı kitapları sevmiyorum, sevemiyorum. Politik bir meseleyi sığ bir şekilde, insanın gözünün içine soka soka anlatan kitaplar bu hataya düşüyor. Daha önceki yazılarımdan birinde bahsettiğim Murat Özyaşar da Kürt sorunu ile ilgili bu yanlışı yapıyor. Elbette ki Özyaşar ve Lee çok ayrı kulvardalar - ve evet, şimdi burada, ömrüm boyunca bir daha Özyaşar'dan bahsetmeyeceğime dair kendime yemin ediyorum - fakat Lee'nin Bülbülü Öldürmek'teki tavrı da az bayağı değil. 

Kitabın Amerika'da bu kadar rağbet görmesinin sebebi kritik bir politik iklim içerisinde cesaret gerektiren mevzulardan, siyahlara karşı ayrımcılıktan, toplumsal adaletin yokluğundan bahsetmesi olmalı. Kitap öylesine naif, öylesine idealist ki her cümlede naifliğin, idealistliğin dünyadaki en büyük ve en önemli erdemler olduğunu okuyoruz. Amerikan rüyasının mümkün bir rüya olarak görüldüğü, birçok Amerikalı aydının dahi Amerika'nın zulmettiği yegane grup güya siyahlarmış, bu sorun çözülse geriye hiçbir sıkıntı kalmayacakmış gibi at gözlükleriyle tavır aldığı zamanları düşününce bu kitabın çok sevilmesine şaşıramıyoruz. Yazar saflığı, iyiye olan inancı o kadar yüceltiyor ki adaletsizliğin, ayrımcılığın kötü oluşunu bile gözlerden kaçırıyor, oldu bittiye getiriyor. Haksız yere suçlanan bir siyahi ve onu kurtarmaya çalışan beyaz bir avukat. Bizse bu hikayeye beyazların (avukatın küçük kızı Scout ve ailesinin) gözlerinden tanık oluyoruz. Siyahi adam sadece mahkemede birkaç cümleyle konuşuyor. Siyaha hakkını aramayı hatırlatma yine beyaza düşüyor. Büyük talihsizlik. 

Bülbülü Öldürmek'te karakterler yüzeysel, adeta tek boyutlu, karikatürize. Bir çağ öncesinde yaratılmış Dickens karakterleri gibi. Evin siyahi hizmetçisi gayet usturuplu, hamarat ve çocuklara büyük sevgi gösteriyor. Başkarakter Scout çok bilmiş bir çocuk. Avukat olan babası Atticus iyi ve fedakar bir baba, bilge bir avukat. İftira kurbanı Tom Robinson da kader kurbanı, namuslu bir adam. Yani her şey ve herkes 'siyah ve beyaz'. Amerikan edebiyatından Huckleberry Finn gibi, Tom Sawyer gibi, Catcher in the Rye gibi sevdiğim gençlik romanlarının aksine Bülbülü Öldürmek'te karakter değişiminden ya da en azından karakterlerin böyle bir dert ediniyor oluşlarından bile eser yok. Dünya değişiyor ama bu kitabın karakterleri aynı, dümdüz, tekdüze kalıyor. Okunmasa, filmi izlenip geçilse de olur.   

22 Ağustos 2018 Çarşamba

The Long Walk - Stephen King (Richard Bachman)


Stephen King normal bir insan değil, olamaz. Alkolik olduğu özel hayatıyla ilgili çokça bilinen şeylerden biri. Hele ki normal bir yazar hiç değil. Olağanüstü üretkenliğini - iyi ya da kötü - salt para kazanma isteğine bağlamak doğru olmaz. Çekirdek çitler gibi hikayeler üretip bunların üzerine koca koca romanlar döşüyorsa o yazarda illa ki sıradışı bir kabiliyet vardır. Bu hikaye gözünden ateş çıkaran bir velet, paralel evrenler arasında geçiş yapan bir başka velet, insanların iradelerini ele geçiren bir otomobil, çocuk avlayan bir palyaço, boş bir otele kapanıp kafayı sıyıran bir yazar gibi hem uçuk hem de bayağı görünen karakterler ve durumlar merkezinde yol alıyor olsa ve yazarın yaptığı şeyin edebiyat olup olmadığı bile tartışmaya açık olsa dahi King'in edindiği yazarlık tavrı benim gözümde çok saygı duyulası. Böylesi bir üretkenlik ve hayal dünyası benim için çok imrenilesi.

Bir de edebi ve kültürel yetişme sürecimde King'in bende özel bir yeri var, o ayrı. İlk King romanımı on on bir yaşlarımdayken okumuştum. Gidip kendi satın aldığım bir kitap değildi elbette. Kitabı ısrarla elime tutuşturan benden bir büyük biraderime ondan bir büyük biraderimizin hediye ettiği, kitaplıkta duran tuğla gibi bir kitaptı. Okuduğum ilk romanlardan biri olan Tılsım (The Talisman) adlı bu roman (belki bir gün bu kitabı bir kez daha okuyup üzerine uzun uzun yazarım) ufak ve bakir zihnimi dünyalar arasında seyahatlere çıkardı, kalbimin her seferinde küt küt atmasına sebep oldu. Bu yüzden kitap okumayı Tılsım'la sevdiğimi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Ondan sonra, kaliteli ve üstün sayabileceğimiz edebiyata geçmeden önce, ilk ergenlik zamanlarımı King'in diğer kitaplarını okuyarak geçirdim. (Hearts in Atlantis, Christine, The Mist bir genç için muhteşem kitaplardır mesela.) Hayatımın bu zamanlarında King okumuş olduğum için kendimi şanslı sayıyorum. Sonra soğudum, araya Dosto, Joyce, Proust vs. girdi. King okumayı pat diye kestim. 

Okuduğum son King kitabının ardından geçen on küsur yıldan sonra bu yaz elime 1979'da yayınlanmış olan The Long Walk'u aldım. Richard Bachman müstearıyla yazdığı bu kitabın önsözünde King bu takma adı kullanarak yazdığı kitaplarda daha serbestçe acımasız (veya terbiyesiz ) davranabildiğini söylüyor. Fakat bu önsözdeki genel tavrından aslında insanların ismine mi yoksa kitaplarına mı para verdiğini anlamaya çalıştığını da birazcık hissedebiliyoruz. 

The Long Walk tam olarak kestiremediğimiz bir zamanda (belki gelecek, belki geçmiş), çok otoriter ve totaliter bir ABD'de geçiyor. Her sene düzenlenen uzun bir yürüyüşte yaşları on sekizin altında yüz genç erkek ülkenin kuzeyindeki Maine'den başlayıp yürüyorlar. Durmadan. Gece gündüz. Günlerce. Durdukları, oyalandıkları, fazla tökezledikleri takdirde uyarı alan her yürüyücü üç uyarıdan sonra yürümeye devam edemezse onlara eşlik eden özel eğitimli askerler tarafından öldürülüyor. Her uyarı birer saat sonra sıfırlanabiliyor. Gençler yürürken uyuklamak, işemek ve hatta sıçmak zorunda kalıyorlar. Açlık, yorgunluk, sıcak, soğuk, yağmur, rüzgar, yaralar bereler de cabası. Yürüyüş en sonda sadece bir yürüyücü - yani galip - kalana kadar devam ediyor. Yarışmacılar yürüyüşe katılmaya zorlanmıyor, katılımın tamamen gönüllülükle işlediği bir yarışma bu. Ödülün ne olduğu pek de belli değil, üstü kapalı bir şekilde kazananın dilediği her şeyin gerçekleştirileceği söyleniyor. 

Böylesi bir yarışmanın amacından, neye hizmet ettiğinden, bu genç insanların neden böyle bir yürüyüşe katılmaya gönüllü olduklarından ve King'in neden böyle bir konu seçtiğinden bahsetmeden önce distopik romanları atmosferik bakımdan seven fakat edindikleri politik dertleri yerine ulaştırmada ve politik tespitlerinin geçerliliğinde/faydasında her zaman çok da başarılı olmadıklarını düşünen bir okur olan şahsım için bu romanın sıradan bir distopik roman olmadığını söylemeliyim. Mesela 1984'te, Cesur Yeni Dünya'da, Mülksüzler'de ve hatta Hayvan Çiftliği'nde yepyeni ve bambaşka birer dünya vardır gözümüzün önündeki sayfalarda ve biz kaba tabirle bu yeni dünyalara bakarak kendi dünyamızın şu anını (veya yakın geleceğini) düşünür, endişelenir, ibret alır, dehşete düşeriz. Belki bir gün her yerde bizi izleyen kameralar olacaktır, belki şu an dünyadaki en yaygın yönetim şekli olan demokrasi halihazırda bir aldatmacadan ibarettir, belki makinalar bizi esir alacaktır, belki de biz bu makinalara kendimizi bile isteye esir edeceğizdir. The Long Walk'ta ise bunların tam tersine açıkça gösterilen distopik ve karanlık bir dünya yoktur. Bir iki cümleden ülkenin totaliter bir yapıda olduğunu anlarız sadece. Yani kitaptaki ABD'nin vaziyetinin şu an dünyadaki ülkelerin çoğunluğundan (dünyadaki ülkelerin büyük çoğunluğunun şu an berbat durumda olduğunu rahatlıkla dile getirebileceğimize göre) daha kötü olup olmadığı belli değildir. Bu haliyle King'in yarattığı şey bir mikro distopya durumudur. Yürüyüşün kendisi bir distopyadır. Konu olarak en çok yakın görebileceğimiz Battle Royale ve Hunger Games'in veya herhangi bir 'teenslasher' filmin aksine ortada yarışmacılar arasında fiziksel temelli bir çekişme de yoktur. Uzun Yürüyüş'te yarışmacılar arasındaki savaş olsa olsa psikolojik bir savaştır. Yarışmacıların iradeleri ve acıya dayanma güçleri test edilmektedir. Siyasi bir arka plan görülmez, makinalar dünyayı ele geçirmemiştir, yarışmayı düzenlediğini bildiğimiz fakat siyasi etki gücünün tam olarak ne derece büyük olduğunu anlayamadığımız The Major (Binbaşı) karakteri dışında bir diktatör yoktur, kapalı kapılar arasında ateşlenen bir devrim umudu söz konusu değildir. Elimizde sadece yüz genç vardır ve bu gençlerin doksan dokuzu ölecektir. Bütün bildiğimiz bunlarla sınırlıdır.Peki bunca genç neden hayatlarının en deli dolu zamanlarını doksan dokuz kişinin öleceği bir yarışma için feda etmektedir? Gençliğin verdiği aptallıktan mı? Gizli ölüm isteğinden mi? Yüz kişi içindeki seçilmiş bir kişi olma ihtimalinin verdiği coşkunluk duygusundan mı? Peki ya yürüyüş devam ederken yol kenarlarında yarışmacıları bekleyen, bu sırada çoluk çocukla piknik yapan, tezahürat eden halka ne demeli? Bu psikolojinin ardındaki motivasyon nedir? Aklımıza onlarca şey gelse de kesin bir şey söyleyemiyoruz. Kahraman ihtiyacı mı? Kurban vermenin yarattığı tatmin olma duygusu mu? Her şey olabilir, hiçbir şey de. İşte bu yüzden mevzunun içindeki bu aşırı derecede yalın durum okurun kendini karakterler arasındaki  şahane diyebileceğim diyaloglara, başkarakterin kendi içindeki monologlarına kaptırmasına, en hassas ve en insani okur damarını yazara teslim etmesine, hatta diyebilirim ki yarışmacılarla birlikte tamamen kurgusal bir yürüyüşe çıkmasına yol açmaktadır. Benim gözümde yaptığı bu seçimlerden ötürü King bu kitaptan önceki ve sonraki  distopya romanlarından keskince ayrılıyor ve büyük bir iş başarmış oluyor. 

Okur bütün bunları Ray Garraty adlı başkarakterin gözlemleri, iç konuşmaları ve diğer yarışmacılarla girdiği diyaloglarla birlikte soruyor. Okurun aklını kurcalayan sorulara verilecek cevaplar ne kadar sonsuz derecede ucu açıksa Ray Garraty'nin başkarakterliği de o kadar müphem. Şöyle bir bakıldığında onu diğer yarışmacılardan ayıran pek de bir özelliği yok. Tek farkı yarışmanın başladığı yer olan Maine çocuğu olması ve yol boyunca halktan destek görmesi. Bunun dışında iç çatışmaları, istekleri, saçmalıkları, yorgunluğu, yürüyüş sırasında bile musallat olan şehevi gençlik arzularıyla diğer yarışmacılardan hiçbir farkı yok. Birbirinden çok ayrı karakterlere sahip fakat yürüyüş içerisinde vasıfları aslında birbirinin aynı olan bu gençleri anlatırken King'in odaklandığı Garraty'yi diğerlerinden çok da ayrı tutmaması adeta reality showların, sosyal medyanın, interneti saran vahşet videolarının, kafa kesen, insan yakan işidçi görüntülerinin içinde yaşamakta olan normal okuru da birey olarak 'ahir zamanın' yarattığı baskı, vahşet ve sömürü ortamı içinde aslında pek de önem arz etmiyor oluşunun farkına varmaya itiyor.

The Long Walk yavaşça ilerleyerek okuyucuyu sıkı sıkı saran, elbette ki herkese öneremeyeceğim harika bir roman. Ben İngilizce aslını okudum. Kitap Türkçe'de Altın Kitaplar tarafından Azrail Koşuyor adlı kitabın içinde Uzun Yürüyüş adıyla yayınlanmış. 

26 Şubat 2018 Pazartesi

Öylesine Bir Aşk (Un Amore) - Dino Buzzati

Bazen 'kötü roman okumak kadar iyi bir romanın kötü çevirisini de okumak gerekir' diyerek elime saçma sapan olduğunu bildiğim bir çeviri alır, sonra da her seferinde bunu yaptığıma pişman olurum.  Bir daha böyle bir yola girmeyeceğime dair kendime söz vermiş olayım. Sanırım 90'lı yıllarda faaliyet gösterip kapanmış olan Yılmaz Yayınları da Dino Buzzati'nin Un Amore adlı kısa romanını Aydın Arıtan diye bir çevirmene çevirtmiş. (Zaten yayınevinin ismine bakarak vizyonunu az çok çıkarabiliyorsunuz. Caner Yayınları, Saffet Yayınları vs.) Kitabın isminin çevirisi 'Bir Aşk' olacakken Aydın Bey tamamen alakasız ve gereksiz bir şekilde 'Öylesine Bir Aşk' deyivermiş. 

İtalyanca bilgim elime her aldığım kitabı bir solukta, zorlanmadan okuyabileceğim kadar yüksek değil. Ama yine de dili çok ağdalı olmayan bir eseri, arada sırada sözlük karıştırarak okuyabiliyorum. Bu kitapta ise bütün bir eseri kafamda İtalyanca orijinalini hayal ederek okudum. Bu ilginç bir meseledir. Eğer bir çeviri size 'orijinal metindeki cümle kesin şöyledir, böyledir' dedirtiyorsa o çeviride bir dil açısından olmasa bile üslup açısından bir sakatlık vardır. Bu da öyle bir çeviri. Defalarca okumayı bırakacak gibi olsam da Buzzati'nin ve kaleminden akan kaliteli erotizmin hatrına kitabı bitirdim. 

Olay örgüsü basit. Genç bir fahişeye aşık olup her şeyini unutan orta yaşlı, orta sınıf bir adam var elimizde. Bir aşk romanı için son derece klasik ve kullanışlı bir malzeme. Aşkın batağına battıkça kendi rezaletine, git gide çürüyor oluşuna kendisi tanık oluyor ve göz göre göre bu yolda ilerliyor. Yazarın bunu işlerken kullandığı tavır hoşuma gitti. Dorigo tamamen gözü kapalı bir adam değil, ne halt yediğinin farkında, fakat kendini tutamıyor, tutmuyor ve bu yolda ilerliyor. Psikolojik anlamda çok rahat tahmin edebileceğimiz olaylar ve durumlarla ilerliyor roman bu minvalde. Aramalarına cevap vermeyen, bir uzaklaşıp bir yakınlaşan, kısacası erkeğini 'elinde tutmak için' onu deli eden bir fahişe ve kadınları kusursuz birer obje olarak gören bir adam, yavaş yavaş yaklaşmakta olan acı son. 

Bütün bunlar boyunca biz okuyucuları elinde tutacak çok muhteşem bir olay gerçekleşmiyor romanda, fakat biz yine de kitabı elimizden bırakamıyoruz. Neden? Çünkü Buzzati'nin imgelem dünyasına kapılıp gidiyoruz da ondan. Duyguları, hezeyanları ve istekleri, karşı konulmaz erkek ve kadın arzularını tasviri çok çarpıcı ve akıcı. Alkışa değer. Böyle yoğun duyguların kol gezdiği bir kitapta her okurun görmek isteyeceği, gerçek anlamda çatışma diye nitelendirebileceğimiz sert bir olay yaşanmazken (Sanırım benim için en büyük eksik buydu. Bu eksiği önemli sayıyorum) en sonunda Dorigo'nun aşık olduğu genç fahişe'nin başka bir fahişe arkadaşı okuyucunun da içinde tutup bir türlü Dorigo'nun yüzüne vuramadığı o köhne burjuva alışkanlıklarını, sömürü biçimlerini, başkalarını hor gören tavırlarını, kısacası hepimizin üst-orta sınıfa karşı içimizde beslediğimiz itirazları tek tek adamın suratına vuruyor, okuyucu olarak içimiz rahatlıyor. Bu fahişe arkadaş karakterini bir deus ex machina gibi kullanmış, yine de onu güzel bir 'proleter' düzleme oturtmayı başarabilmiş Buzzati. Dorigo bütün bunları söyleyen bu kadının komünist mi olduğunu soruyor hor görerek. Kadınsa 'Ne komunisti? Faşistim ben faşist!' diyerek Dorigo'nun hak ettiği şekilde, ezilenle ezenin yerini bir anlığına değiştiriyor ve ezeni şoka uğratıyor. Ama bütün bunlar adamda bir davranış değişikliğine yol açıyor mu? Tabii ki hayır! Ve hal böyleyken burjuvazi adına ne kadar da gerçekçi! 

'Bir Aşk' Buzzati'nin erotik damarını hafifçe yakalamak adına okunabilecek bir kitap. Fakat iyi yayınevi seçin, lütfen. 

23 Şubat 2018 Cuma

Burası Tekin Değil - Sine Ergün

Yeni dönem Türk öykücüleri içerisinde okuyucunun öykülerini sinirlenmeden, semantik ve sentaks bağlamında herhangi bir tiksinti yaşamadan okuyabileceği, dilediği gibi ve aynı zamanda çapınının yettiğince yazan, gerçekten yeni, kendine has ve güzel bir dil - anlatı biçimi oluşturmaya çalışan, bunu planlı ve sistematik bir biçimde yapan, bu sırada okuyucusuna da saygıyı elden bırakmayan yazar sayısı neredeyse yok denecek kadar az. Ben de Sine Ergün'ün Burası Tekin Değil adlı kısa ve çok sayıdaki öykülerden oluşan kitabını bunu bilerek elime aldım ve okudum.

Kitabın beni şaşırttığını peşinen söylemeliyim. Sine Ergün öyle büyük ve boş iddialarla yazmadığını fazlasıyla belli ediyor. Kelimeleri oldukça ekonomik kullanıyor, konu bağlamları da aynen bu şekilde ekonomik, bu sayede ortaya çok büyük iddiaları olmayan, ama aynı zamanda bütünlüklü ve sağlam öyküler çıkıyor. Kitabı okurken yazarın bildiği ve anlatmak istediği şeylerden özenli ve duru cümlelerle bahsetme çabasında olduğunu gözden kaçırmıyoruz. Birçok genç öykücünün yaptığı gibi "Büyük Eser" yaratma çabası içine girmiyor Ergün. Yazarın okuyucuyu nakavt etme gibi bir isteği olmadığını düşünürken zaten kısacık olan kitabı bitirdiğimizde okuyucu olarak güzel öyküler okumuş olmanın verdiği doyurucu hissi tadıyoruz. Ergün anlatmak istediklerini -ki bunlar genel olarak gündelik hayattan sekanslar halinde alınmış durumlar oluyor- bir bir, lafı dallandırıp budaklandırmadan, sıklıkla aralara ufak insan hareketleri, bir ışık, bir ses vs. gibi şeylerin dinamizmini katarak kendini okutan öyküler halinde sunuyor.

Burası Tekin Değil okunmasını hararetle tavsiye edeceğim kadar etkileyici bir kitap değil elbette, ama yine de yalın tarzı, duru dili ve dürüstlüğüyle benden son derece yüksek puan aldı.


24 Ocak 2018 Çarşamba

Blow-Up: And Other Stories (Cinayeti Gördüm) - Julio Cortazar

Julio Cortazar'ın hiçbir eserini okumamıştım ve öyküleriyle başlamak istedim. Yazarın on beş öyküsünden oluşan bu seçkide birçok öykü 'öykü yazarlığı daha iyisi denenene kadar az çok budur' dedirtiyor. Cortazar'ın çok ve hızlı çalışan bir kafası var, okuyucu da onu takip etmek zorunda kalıyor, bu da her okuyucu için kolay bir iş olmasa gerek. Fantastiğin ve gerçekliğin iç içe geçtiği bu öykülerde dil yazarın kullandığı bütün oyunlara rağmen (anlatıcıların değişmesi, aynı anlatıcının birinci ve üçüncü tekil şahıs dilini hızlı ve ani geçişlerle kullanması ve daha nicesi) doğallığını koruyor ve öykülerin hepsi akarak ilerliyor. Gündelik, sıradan olaylar birdenbire bir gizemin veya felaketin araya girmesiyle (veya hep orada duruyor oluşu ve herkesin son ana kadar onu görmezden gelişi ile) sekteye uğruyor. Öyküleri benim için çok güzel kılan başlıca taraf ise bütün o gizem, korku, fantezya dolu olayların araya girdiği sırada öykülerin özünde sürekli var olan insani duyguların, ilişki çatlaklarının varlıklarını çok süreğen bir şekilde korumaları oldu. Kahramanlar kendileri için sıradan olan hayatlarını yaşıyorlar, ama arkada hep bir tekinsizlik var. Hepsi de bununla yaşamak veya ölmek zorundalar. İşin ilginç tarafı ise bunların hepsi hayatın bir parçası. Kendini bir amfibiyana dönüşmüş bulan adam da, kalabalık bir evde gezinen kaplan da, okuduğu polisiye romanın kurbanı olduğunu anlayan adam da kendi doğallıkları içinde okuyucunun zihnine dank ediyor.

Bu kitap için uzun uzun konuşmak istemiyorum. Axolotl, House Taken Over, Letter to A Young Lady in Paris, Continuity of Parks, Bestiary, Blow-up, At Your Service, The Pursuer, Secret Weapons kitapta beni en çok etkileyen, okumaktan çok zevk aldığım öyküler.